Günler birbirine benzemeye başladı.
Bugünün Cuma olduğunu gelen mesajlardan anladım.
Sabah namazı.
Kahvaltı.
Telefondan son gelişmeleri takip etmek.
Aile fertleri ile diyalog.
Torun sevmek.
Öğlene doğru Doçent Mahmut Kaya aradı.
"Depremzedelere gönderilecek kolilerin hazırlanmasına destek vermeye gidiyoruz, gelir misiniz?"
"Tabii ya! Seve seve hem de..."
Gençlere de ihtiyaç varmış.
Hemen Üsame'yi, birkaç gündür bizimle kalan yakın arkadaşı Talha'yı ve bacanağın oğlu Abdüssamed'i oraya yönlendirdim.
Beni Mahmut Bey aldı.
Yolda yakın arkadaşlarımız Eyüp Azlal ve Erkan Sözen'i de aldık. Mahmut Beyin büyük oğlu Ferat da var.
Eyyübiye çıkışında "Şanlıurfa İnsani Yardım Platformu"nun kocaman bir deposu.
Başkan Osman Gerem, her zaman olduğu gibi kolları sıvamış.
Türkiye'nin her yerinden gönderilen yardımları depremzedelere ulaştırılacak hale getirmeye çalışıyor.
Depoda her şey var.
Türkiyeli ve Suriyeli gençler el ele.
Bir kısmı işçi.
Şanlıurfa Anadolu Lisesi Müdürü İlhan Yılmaz da iki gündür gönüllü olarak çalışıyor.
Bizimle beraber gelenlerse ya üniversite öğrencisi ya mezunu.
Aralarında birkaç kız da var.
Hemen bir işbölümü yapıldı.
Bir grup plakalar halindeki karton kolileri hazır hale getirecek. Bir grup gelen giyecek kolilerini ortaya dökecek. Başka bir grup bunları dengeli bir şekilde yeni kolilere koyacak. Bir iki kişi bunları bantlayacak, bir iki kişi de istifleyecek.
Gençler büyük bir aşkla işe giriştiler.
Böyle bir aşk ancak böyle bir felaket sırasında ve böyle bir yardım faaliyetinde olabilir.
Gurur verici, duygulandırıcı.
Aralarında oğlumun da olması beni ayrıca mutlu ediyor.
Biz büyükler de gücümüz oranında işin ucundan tutmaya çalışıyoruz.
Şimdi bana yapabileceğim ne teklif edilse yaparım. Paspas çekmek, tuvalet temizlemek dahil.
Yeter ki o kardeşlerimize yönelik olsun.
Açılan kolilerden her türlü giyecek çıkıyor.
Bebek ayakkabısından kadın çantasına, çoraptan takım elbiseye, iç çamaşırından bindallıya, gelinliğe kadar.
Yenisi de var, ikinci eli de...
Herkes neyi varsa vermiş.
Sadece bu eşyalar üzerine bile uzun bir yazı yazılabilir.
Yakınlarda cami olmadığı için Cuma yerine öğlen namazı kıldık.
Kuvvet toplamak için tavuk döner dürümü geldi. Yıllardır yemiyorum, bu sefer yedim.
Minik çay ve dinlenme molaları eşliğinde kısa zamanda büyük iş çıkarıldı.
Bu arada ben sosyal medya üzerinden canlı yayına geçtim.
Yaşıma bakmadan kendimi bazen savaş muhabiri gibi görüyorum. Peh!
Dönüşte başka bir yardım işi için yazar arkadaşımız Nusret Yılmaz ile buluşmak üzere Eyüp Peygamber Camii tarafına gittik.
Nusret Bey bir grup arkadaşıyla Maraş'a yardım götürecek.
Caminin doğusundaki boşluk bir çadır kente dönüştürülmüş. Çadırların tamamı AFAD'a ait. Aralarında, herhalde akşam hazırlıkları yapan kadınlar ve oynayan çocuklar dolaşıyor. Batısında ise kadın, erkek, yaşlı, genç çok kalabalık bir grup gelişigüzel eğleşiyor.
Caminin kuzeyindeki alanda ve batısındaki parkta ise mevsimlik tarım işçilerine ait sivil çadırlar var
Bu arada fark ediyorum ki caminin doğu minaresinin alemi düşmüş.
Dönüş, halkın dilinde "35 Metre" diye geçen Yunus Emre Caddesi üzerinden.
Sağda enkaza dönmüş bir apartman. Urfa'nın en eski kooperatif evlerinden biri.
Önlerine şerit çekilen çok sayıda apartman var. Bunlar herhalde kullanılamayacak olanlar.
Bu çok küçük ve çok eski evlerde oturduklarına göre mutlaka maddi durumu zayıf olan insanlar...
Peki, bundan sonra ne yapacak?
Nerede, nasıl yaşayacak?
Çok zor, çok...
Erkan Hocayı bıraktıktan sonra İbrahim Tatlıses İlkokulu'nun güneyine düşen o apartmanın enkazını görmek istiyoruz. Depremde yıkılanların en ünlüsü.
İçinde 25-30 kişinin öldüğü söyleniyor.
Enkaz kaldırma çalışmalarının sonuna gelinmiş.
Başında görevli polisler yaklaşmanın yasak olduğunu söylüyor.
Karaköprü yoluna direksiyon kıran Mahmut Beye, beni eve değil, okula bırakması gerektiğini hatırlatıyorum.
İkimizin de dudaklarında acı bir tebessüm
Bu gece de buradayız.
Mülteciyiz.
Bazıları bu vesileyle gerçek mültecileri anlar diye umut ediyordum, ama nerde?
Herkes bildiğini okumaya devam ediyor.
Gün boyu komşularımızla yaptığım görüşmeler sonucunda ortaya çıkan durum şu: Gelen teknik bir eleman merdiven kenarlarındaki kabaran mermerlerin sökülmesini ve aslında depremden çok önce bodrumda biriken suyun boşaltılması gerektiğini söylemiş.
Onun dışında binada sorun yok.
Ya olsaydı?
Ya oturulamaz denilseydi ne yapardık?
Aklıma hemen artık bir evi olmayan milyonlarca depremzede insan geliyor.
Onlar ne yapacak?
Yorgunum demeye dilim varmıyor.
Üstüm başım toz toprak içinde.
Günlerdir banyo yapamıyorum.
Elbise değiştiremiyorum.
Kendimi çok kirli hissediyorum.
Fakat bunlardan en ufak bir şikayetim yok.
Bu arada banyo için eve gidip temiz elbise giyenler de var, pansiyonda banyo yapanlar da...
Temizlik önemli.
Akşamın menüsünde türlü, bulgur pilavı ve yoğurt var.
Çok lüks.
Dün esprisini yapmıştım, bu gece gerçeğe dönüştü. Pansiyonda çiğköfte yapılmış.
Kızmıyorum tabii.
Hayat böyle bir şey!
Aklıma sık sık enkaz altında kalanlar geliyor.
Ara sıra "mucize" kurtuluş haberleri geliyor ama artık çok geç.
O şartlarda bu saatlere kadar yaşamak mümkün değil.
Gitti onbinlerce insan.
Baktım ilan edilen ölü sayısı 20 bini geçmiş.
Daha kaç 20 bin olacak?
Gidenler gitti.
Ya kalanlar?
O soğukta çadırda, arabada veya açıkta yaşamak zorunda olanlar?
Ölülerine mi yansınlar?
Mahvolan evlerine, eşyalarına mı?
Ülke çapında başlayan yardım seferberliği devam ediyor.
Yabancı ülkelerden de çok yardım eşyası ve yardım ekibi geliyormuş.
"Ah!" diyorum hep "Keşke bu ruhu yakalamak için böyle felaketlerin olmasını beklemesek."
"Keşke hep devam ettirebilsek."
Fakat nerede?
Maalesef o çok kızdığım, yaptığım paylaşımlarla "yapmayın, etmeyin" deyip kendi çapımda uyardığım şey oluyor.
Siyasi ve ideolojik kamplaşma deprem üzerinden de şiddetle devam ediyor.

Yazık oluyor.
Çok yazık oluyor.