Önceki gün gördüğüm Adıyaman manzaraları gözümün önünden gitmiyor.

Korkunç bir kâbus gibi.

Bahsi açıldıkça dilim birbirine dolaşıyor.

Onlar o halde iken ben bu hâlde...

İnsanların yeni durumlara intibak kabiliyeti muazzam.

Kaldığımız yerde bunun çok çeşitli örneklerini görüyorum.

Evlerden getirilen veya satın alınan yeni malzemelerle küçük konfor alanları oluşturuluyor.

Okulun verdiği yemeklerin dışında arayışlar var.

Yakındaki fırın açılmış. Tepsi yaptıran, lahmacun hazırlatan, isot pişirtenler oluyormuş.

Duyunca "Yakında çiğköfte de yaparız." diye düşündüm.

Kızmıyorum ha!

İnsan böyle bir şey sonunda.

Farklı tatlar istiyor.

Çay, kahve istiyor.

Nitekim biz de kendi çayımızı yapmaya başladık.

Kadınlar kaldıkları yerleri iyice sahiplenmişler. Herkes odasını temizliyor. Bazıları umumi yerleri temizlemek için işbirliği yapıyor.

Bu arada gündüz, özellikle gece karşılıklı ev ziyaretleri yapılıyor.
Başlıca sohbet konusu tabii ki deprem.


Herkes duyduğunu birbirine naklediyor.

Bir bakıyorsun ağlayan insanlar, bir bakıyorsun espriyi patlatmış gülüyor.

Taziyelerde de böyle olur ya...
Ben de öyleyim.
En büyük mutluluğum torunlarım.
Bol bol seviyorum.

Bir yandan da acaba onları neler bekliyor diye endişeleniyorum.
Bu sabah aklıma gelince şöyle bir düşündüm.
60 yıllık ömrüme neler sığmış neler?
1972'deki 12 Mart Muhtırası ile ilgili hiçbir hatıram yok.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı'na dair çok küçük izler var.

Ortaokul ve lise yıllarıma denk gelen 1980 öncesi anarşi ve sıkıyönetim yıllarını çok iyi hatırlıyorum.

12 Eylül Darbesi olduğu yıl üniversiteye başladım.

80'li yıllar hayatımın dönüm noktası. Öğretmenlik, evlilik, babalık...
90'ların ortasında başlayan 28 Şubat "Post-modern Darbe" sürecini iliklerime kadar hissettim.
15 Temmuz darbe girişimi ile ülkenin kodları değişti.
2000'lerde başlayıp halen devam eden süreçte kendi içimde büyük bir değişim geçirdim.
Sonlara doğru kişisel hayatımda olduğu gibi toplumsal, ulusal ve evrensel çapta gelişmelerin etkisinde kaldım/kaldık.

2011'de başlayan Suriye iç savaşını, ülkemize sığınan Suriyelilerle birlikte biz de kendi içimizde farklı bir boyutuyla yaşamaya başladık.

Son birkaç yıl ise başdöndürücü gelişmelere sahne oldu.

Tam dede olup torun sevmeye başlamıştım ki...

Tam, iş ve meslek hayatımda resmiyet değil gönüllülük esas olmaya başlamıştı ki...

Önce korona salgını patlak verdi. İki yıl boyunca evlere kapandık, maskeli ve kısıtlı bir hayat yaşadık. Yakınlarımızı kaybettik. Acılara gark olduk.

Ukrayna Savaşı ile yeniden dünya savaşı, üstelik nükleer savaş tehdidi ile burun buruna geldik.

Derken ülkemiz insanları ile beraber büyük bir ekonomik krize sürüklendik.

Nihayet 4 gün önce yakalandığımız tarihin en büyük depremi. Üstelik bir günde aynı şiddette iki deprem.
Ve buna bağlı olarak bir okulun pansiyonunda başlayan bir çeşit mülteci hayatı.
Bu ana başlıklar bile aslında ne kadar muazzam?
Ne diyor şair? " Her şey ben yaşarken oldu."
Yaşarsak daha neler göreceğiz bakalım?
Ya çocuklarımız, ya torunlarımız...
İnsanoğlu'nda bu kafa oldukça dünya ve artık uzay, kim bilir daha ne korkunç olaylara gebedir?
Doğrusu hiç umutlu değilim.
Birkaç gündür yaşadığımız bu deprem felaketi galiba yaşadıklarımızın en korkuncu.
Ne savaş, ne salgın, ne şu ne bu, hiçbiri bu kadar yıkıcı olmadı.
Endişe içinde bekliyorum/bekliyoruz.

Öte yandan deprem çok büyük bir toplumsal dayanışma ve yardımlaşma seferberliğine sebep oldu.

Herkes karınca kararınca bir şeyler yapmaya çalışıyor.

Urfa, diğer etkilenen iller arasında depremi en az kayıpla atlattı sayılır. Buna rağmen can kaybı korkunç!

170 ölü.

2000 yaralı.

20 civarında apartman tamamen çökerken yüzlercesinin oturulamayacak kadar hasarlı olduğu tahmin ediliyor.
Adıyaman, Maraş ve Hatay ise çok ağır darbe aldı. Her birinin yüzde 50'sinden fazlası yok oldu.

Sadece insan kaybı bugün itibariyle 20 binlerde...

Daha ulaşılamayan, müdahale edilemeyen yerler dikkate alındığında bu rakamın birkaç katına çıkmasını tahmin etmek zor değil. Korkunç rakamlar teleffuz ediliyor.
Ben ölenlerden çok onların kalan yakınlarını düşünüyorum. Onlar o acılarla nasıl yaşayacaklar?
Öğlene doğru küçük kardeşim Ahmet aradı.
Oğlu yoğun bakımda olan ortak tanıdığımız bir öğretmenin yoğun bakımda olan oğlunun kana ihtiyacı olduğunu, kan grubunun kendisiyle aynı olduğunu, gerekiyorsa verebileceğini söyledi.

Fatih Türkmenoğlu... Şair Nabi ilköğretim Okulu'nda birlikte görev yaptığımız çok değerli arkadaşımız.

İpekyol üzerindeki çöken apartmanda gelini ölmüştü, oğlu yoğun bakımda idi.

Hemen aradım.

Ağlıyordu. "Kaybettik" dedi.

Ne diyeceğimi bilemedim. Benim de boğazım tıkandı. Bu gibi durumlarda teselli etmeyi hiç beceremem.

Cenaze ikindi namazında Yusuf Paşa Camii'nden kaldırılacakmış.

Ahmet'le gitmeye karar verdik.

Bu, deprem sonrası şehre ilk inişimdi.

Bahçelievler'in Atatürk Bulvarı tarafı girişe yasak.

Depremden en çok Bahçelievler etkilendi. Birkaç apartman tamamen çökerken, kim bilir kaç tanesi oturulamayacak hâle geldi?

Yol boyunca yer yer kurulan çadırları gördüm.
Korukent civarındaki enkaz olduğu gibi duruyor.

Tamamen iş yeri olduğu için içinde kimse yokmuş. Bundan dolayı müdahale edilmemiş.
Karakoyun Parkı boydan boya çadırlarla dolu.
Bir ikisi AFAD'a ait. Gerisini vatandaşlar kendisi yapmış; çok kötü görünüyorlar.
Buradaki evler hasarlı mı, yoksa insanlar korktuğu için mi evlerine girmiyor?
Duymamıştım, meğer Kamberiye Camii minaresinin de âlemi kopmuş.
Urfa'da depremden etkilenen kaç minare oldu?
Tarihi Ulu Cami'nin minaresinin tepesi göçmüş.
Yine tarihi Dabakhane Camii'nin minaresi ortasından yıkılmış.
Bamyasuyu Mahallesi Yeni Arabi Camii'nin minaresi de yıkılmış diye duydum.

Rızvaniye'nin minaresi çatlamış.

Karaköprü Eyyüp el-Ensari Camii minaresinin yıkıldığını gözlerimle görmüştüm.

Kim bilir daha neler vardır?
Yenilerine de üzülüyor insan elbet, ama eski, tarihi yapıların üzüntüsü daha büyük oluyor.
Urfa Urfa olalı böyle bir sarsıntı görmemiş.
Görünce de böyle olmuş işte!
Yusuf Paşa Camii oldukça kalabalık.

Herkesin gündemi deprem, ölüm ve yaşadığımız mülteci hayat.
Tabutun başında bekleyen Fatih Bey perişandı. Bir yandan evlat acısı bağrını yakarken, bir yandan da başka bir acıya kilitlenmişti. "Depremden sağ kurtulan iki küçük torunuma anasız babasız kaldıklarını nasıl anlatacağız?"
Sahi böyle bir şey nasıl anlatılır?

Namaz sırasında herkesin gözü sık sık kubbeye çevriliyor. Sağlam mı, değil mi diye.

Etrafta gördüğümüz battaniyelerse birilerinin sağlam diye buraya sığındığını gösteriyor.

Namaz, tabut, defin, telkin...

Hoca taziye yapılmayacak deyince biz de oracıkta taziyelerimizi bildirdik.

Keşke taziye evlerindeki uygulama tamamen kalksa ve hep böyle olsa...

İşte birine gidemedim.

Yine Şair Nabi ilköğretim Okulu'nda birlikte çalıştığımız bir başka arkadaşımız olan sevgili dostum Vehbi Uzundağ'ın taziyesi. Onun da bacanağı ve baldızı Yenişehir'de çöken başka bir apartmanın altında kalmıştı. Üç gün süren umutlu bekleyiş hüsranla sonuçlandı. Dün cenazelerine ulaşıldı.

Allah'ım, nasıl bir acıdır bu?

Daha büyük bir acıyı daha sonra duydum.

Evin durumunu sormak için bizim apartmanın 1 numarasında oturan komşuyu aradım.

O da ailesi ile beraber Harran'a sığınmış.

Teknik elemanlar binaları dolaşıp, özellikle bodrum ve birinci katları inceleyip rapor tutuyorlarmış. Kapıya bir iletişim numarası yazması gerektiğini söyledim.

O da bana başka bir acıklı hikayeyi anlattı.
Daha Suriye'de savaşın başladığı ilk yılda idi sanıyorum. Urfa'ya gelen tanıdığı Suriyeli bir diş doktorunun çocuklarının eğitim işlerine yardımcı olmuştum.
Komşunun dediğine göre işte o doktorun çocukları büyümüş, bazıları üniversiteyi bitirmiş, bazıları okuyormuş.

Sonradan kendisi Körfez ülkelerinden birinde çalışmaya giden doktor, geçtiğimiz pazar günü ailesini ziyarete gelmiş. Ve geldiği gece depreme yakalanmış. Sekiz kişilik ailenin tamamı ölmüş. O, kolonları kesilip bir ölüm tuzağına dönüştürülen İpekyol'daki apartmanda.
Bütün bir ailenin aynı anda yok olması çok dehşet verici.

Fakat ben biraz da şöyle düşünüyorum: Hiç olmazsa geride kalıp da o acıyı kimse yaşamayacak. Çünkü böyle yaşamak çok daha zor.

Mezarlık çıkışında Ahmet, bir küçük kardeşim Mustafa'yı aradı. O da nihayet Ahmet'lerin yaşadığı Osmanbey taraflarındaki apart evlere gitmeyi kabul etmiş. İş çıkışı sizi götüreyim dedi. Bu sayede ben de kendisini görmüş oldum. Onların evleri daha çok etkilenmiş. Bir duvarından ayrılan kocaman bir blok beton düştü düşecek.
Akşam yemeği kuyruğu.
Bazı insanlar huyunu hiç değiştirmiyor. Kadının biri çocukları ile birlikte gelip önümüze kaynak yaptı.
Başka zaman olsa müdahale ederdim ama şu zamanda böyle bir tartışmayı başlatmak ayıp olur.
Yemekte kuru fasulye ve pilav var yine.
Kızımın yanında getirdiği bir parça acı biber çok iyi geldi.
Çay içmeye, aynı zamanda teyzem olan kaynanamın yanına misafirliğe gittik.
Bütün çocukları ve torunlarının doluştuğu küçük oda tıkış tıkış.
Çocuklar o hengamede "isim şehir" oynamaya çalışıyor.

Bizim sohbetin konusu daha çok evlerimize ne zaman çıkabiliriz?
Ben yarın diyorum ama çoğunluğun endişesi var.

Marmara Depreminden sonra birçok kişi psikolojik sorunlar yaşamıştı.
Galiba bizde de benzer sorunlar olacak.
Hemen ötemizdeki şehirlerde onbinlerce insan hayatını kaybetmişken, onbinlercesi enkaz altında son nefeslerini verirken, onların yakınları çok kötü şartlarda korku içinde beklerken, biz hayatı konuşuyoruz.

Fakat nasıl bir hayat?

Korona salgını çıktığı zaman, denilmişti ki, hayat bundan sonra aynı olmayacak. Korona öncesi ve korona sonrası diye bir ayrım olacak.

Aynı şeyi şu deprem için de söyleyebiliriz.

Bölgedeki hayat, depremden önce ve sonra diye ikiye ayrılacak.
Galiba sadece bölgede de değil. Bütün ülkede.

Çünkü öyle büyük ve yıkıcı oldu ki, ülkemiz ve milletimiz bu etkiden uzun süre kurtulamayacak.