Hayat, gelgitlerle dolu denizde güvenli bir limana sığınma arayışıydı onun için. Gözlerini her kapattığında göz kapaklarının altındaki ince kırmızılığı görmek, sürekli konuşan iç sesini dinlemek de güvenli liman arayışının olmazsa olmaz unsurlarıydı.
Bunlara bir de okumayı eklemişti. Özellikle kendisi gibi hatta kendisinden daha çok arayış sancısı çeken kafaların yazdıklarını okumak... Çünkü kafasındaki susmak bilmeyen iç sesin farklı tonlarda konuşması ve bir sesin girebileceği her renge girmesi için beyninin kendinden başka sesleri de kaydetmesi gerekiyordu. Can suyu yeni verilmiş bir çiçek gibi sürekli beslemek zorundaydı düşünme merkezini. Aksi halde çöllerin çorak topraklarına dönüşecekti kafasının içi...
Otuz altı yaşındaydı, ömrü nasıl da çabucak geçmişti. Annesinin ördüğü hırkayı giyen, babasından kalan izbe bir evde yaşayan, mahallelinin arkasından Dertli Deli dedikleri bir adamdı. Dertli Deli… Ne de çok sevmişti bu lakabı. Deli olmasına deliydi ama dertli miydi ondan şüpheliydi. Dert neydi onu bile bilmiyordu. Dert eğer günlük telaşlar içinde sıkışıp kalan insanoğlunun işleriyse onlar dert değildi, sadece geçici dünyanın basit oyunlarıydı. Dert başka bir şey olmalıydı. Bambaşka… Aradığı da buydu, yıllardır derdi arıyordu, bu yüzden adı Dertli Deli'ye çıkmıştı ya.
Sahi derdi arayan hiç akıllı olur muydu?
Kapıda usulca oluşan cılız bir tık sesi, derin düşüncelere dalmış olan Dertli Deli'nin bir anda irkilmesine neden oldu. Akşam olmuştu, kimseyi beklemiyordu. Bu ses de neyin nesiydi? Yerinden kalktı, hızlıca kapıya doğru yöneldi, bir anda bir fikir cereyanına daha tutulmuştu. Zihnine hücum eden düşünceler, kapı ve dünya mefhumlarını zaman ekseninde değerlendirmeye alma yarışı içindeydi. "İki kapılı bir handa gidiyorum gündüz gece" diyen Âşık Veysel'i şimdi daha iyi anlıyordu. Sanki beyninin içindekiler düşecek de onlardan kurtulacak gibi bir umutla kafasını iki yana salladı. Hâlbuki farkında değildi düşüncelerin düşmeyeceğinin, aksine kendisinin her kaçmak istediğinde yine ve yeniden bir düşünce girdabının içine düştüğünün.
Kapıdan bir kez daha tık sesi geldi, bu sefer önceki sese nazaran daha kuvvetli bir sesti. Ama yine de cılızdı. Normal bir insanın kapıya vuruşuna benzemiyordu. Merakla kapıyı açtı, içerinin karanlığı, ikindi güneşinin ışıklarıyla aydınlanmıştı. Baktı etrafına kimseyi göremedi. Gözlerini aşağı doğrulttuğunda gördüğü manzara karşısında hayretler içinde kaldı. Bu her gün kapısına gelen kediden başkası değildi. Kedinin ağzında bir fare vardı ve belli ki bunu Dertli Deli'ye göstermek istiyordu.
Kedi, fareyi öldürmüş ama yememişti. Ayakucuna yavaşça bıraktığı fareyi hiç umursamadan, dimdik bir şekilde Dertli Deli'nin gözlerinin içine bakıyordu. Anlamıştı Dertli Deli kedinin ne anlatmak istediğini. Daha bir gün öncesinde kediye ters ters bakmış, ''ne işe yararsın sen, çek git buradan bir daha gelme'' diyerek kediyi kovmuştu. İşte şimdi kedinin kendisine cevabı buradaydı. Sarsıldı Dertli Deli. Öyle bir sarsılıştı ki bu, tüm bildiklerini yerinden söküp atmış, daha önce hiç bilmediği bir gözle bakmasına neden olmuştu. Kendi lisanınca anlatmıştı ne işe yaradığını kedi. ''Ya peki sen Dertli Deli sen ne işe yararsın?'' diye hesap sormaya gelmişti. "Ben en azından farelerden koruyorum evini, ya sen?" nidaları kulaklarında çınlıyordu.
Bir yerlerde okumuştu her hayvanın mana âleminde bir huya işaret ettiğine dair. Mesela fare kibre işaret ederdi. Kibirli insan fareden farksızdı. Mesnevide geçen kuyruğu dik fare hikâyesini anımsadı bir an. Yakalansa da pislik denizinde yüzse de kuyruğu hep dikti farenin. Kedi kendi faresini yakalamış, kıskacına almıştı. Şu kibirli fareden ne farkın var senin Dertli Deli demek istiyordu belki de. Mesajının yerine ulaşmasının verdiği gururla arkasını dönüp gitti kedi, bıraktı öylece farenin cesedini. Farenin ölüsüyle baş başa kalmıştı Dertli Deli. Baş başa kaldığı sadece fare değildi elbet, dinlemek zorunda kaldığı iç sesi de eşlik ediyordu her zamanki gibi.
Arayışta olan insan yeri geldiğinde bir kediden de ders almasını bilmeliydi. Bildi, derdin ne olduğunu da asıl dertlinin kim olduğunu da. Sustu iç sesi, nasıl olduysa susmasını bildi. Şaşkınlıkla kapıyı kapatıp odasına döndü, kediyle yaşadıklarını yazmaya başladı. Ama konuşan bir iç sesi yoktu artık, yazmak için ona kopya veren biri de. Ne yapacaktı? Susmadığı için şikâyetçi olduğu iç sesi şimdi de konuşmuyordu. Yoksa bu bir rüya mıydı? Anlam veremedi.