''Suskunluğun pençesinde buldum kendimi, 
Haykırışın merhametine sığındım...
Dili olmayan kalbimin seslerini, 
Sağırların memleketine yolladım...
Yazsam da sussam, konuşsam da ağlasam, 
Defterin ve kalemin insafına kalsam, 
Biter mi bu bekleyiş, diner mi bu serzeniş, 
Katılığı aşan bir kalbe olur mu yükseliş?
Ellerim, gözlerim bunlar benim mi?
Yoksa hayal dünyasının sahteliği mi?
O kadar gerçek ki bu sahtelik, 
Yokluğa ermeden bulunmaz gerçeklik..''
Bir anda bu mısralar aktı bir şelaleden akan su misali, taştı geldi içinden, ta yüreğinden. Dedi ki kendine ben kimim, neyim, neredeyim, neyle meşgulüm ve neden...?
Düşündü Rayiha, uzun bir düşüştü belki de kafasına üşüşenlerle meşgul olmak. Belki de bir yükselişti kalbine nerden bilebilirdi? Yatağının üzerinde birden doğruldu, gözlerini karanlıkta görebileceği en iyi şekilde görmek için zorladı. Perdenin izin verdiği ölçüde sokak lambasının ışığından birkaçı düşüyordu odasının orta yerine. Karanlıkta oturmak, gecenin sessizliğini dinlemek her zaman iyi gelmişti ona, huzuru gecelerde bulmuştu. Çünkü ancak bu vakitlerde sakince konuşuyordu iç sesi ve o da usulca dinliyordu kendini.
Saat gecenin üçünü çoktan geçmiş olmalıydı. Sabah olacaktı birazdan. Her zamanki günlük telaşlar başlayacaktı yine, yeniden. Hiç usanmaz mıydı insanoğlu, kendini gerekli gereksiz her şeyle meşgul etmekten? …
Derin düşüncelere dalmak huyu olmuştu. Zihni kokunun bir anda derinliklere yayılması gibi hızlı işliyordu. İsminin anlamı da kendisi gibiydi, hoş, güzel koku demekti. Üstelik kokuların unutulmayışı gibi kendisi de unutulmak istemiyordu. Ölümden daha çok unutulmaktan korkuyordu. Unutulmamak için kendini bir kokuya dönüştürebilme imkanı olsa acaba nasıl bir koku olurdu? Gül kokusu mu, misk mi, reyhan mı yoksa hani şu suni kokulardan, otobüse her bindiğinde, insanların arasına her karıştığında istemese de burnuna çekmek zorunda kaldığı parfüm, mazot ve sigara kokularından mı olurdu? 
Her şeyin sahtesini yapan insanoğlu kokunun da sahtesini bulmuştu. Hayat ne garipti...Kokunun sahtesi varsa unutulanı da vardı demek ki. Hakiki koku unutulmazdı, sahteler her zaman silinmeye mahkumdu.  
Hakiki kokuyu nerde aramaliydi? Arasa da bulabilir miydi? Bulduğunu zannettiği anda kaybeder miydi? Kaybetmese de unutur muydu o kokuyu? Sahi unutulmaz koku hangisiydi?
Bir anne ve baba için yeni doğan bebeklerinin başından gelen koku mu unutulmazdı, yoksa onu yıkamak için almış oldukları şampuanın kokusu mu unutulmazdı?  
Bir çocuk için unutulmaz koku, eve geldiğinde annesinin yapmış olduğu yemeklerin kokusu muydu yoksa AVM lerde satılan fast food ürünlerinin kokusu muydu?
Bir hasta için unutulmaz koku zor günlerinde yanında olanların kokusu muydu yoksa hastane koridorlarına sinen ilaç kokusu muydu?
Ve…
Asıl soru şuydu…
İçinde bir yerlerde bas bas bağıran vicdanının sesini, sosyal medyada bir iki paylaşım yaparak susturduğunu zanneden modern çağ insanının yalana boyanmış dilinden gelen kan kokusu mu unutulmazdı yoksa hakikate sağır kesilen dünyanın duyamayacağı kadar gürültülü bombalar altında paramparça olan küçücük bedenlerden gelen Cennet kokusu mu unutulmazdı?
 
Derin düşüncelere dalmış şekilde baktığı karanlığın bulunduğu yerdeki eşyaları gözleri daha iyi görüyordu şimdi, güneş doğmaya başlamıştı. Pencereyi açtı, seher yelinin getirdiği nazlı kokuyu çekti içine ve hamdetti bir kez daha karanlıktan aydınlığa çıkaran Rabb'ine.
Bulmuştu cevabını, unutulmayacak kokuyu da, unutulmamanın yolunu da…