Son zamanlarda kendimi ve herkesi, binlerce yıl önce mağaralarda yaşayan ilkel insanlara benzetiyorum.

Doğada başıboş yaşayan.

Doğaya mahkûm.

Doğal afetlere karşı savunmasız.

Korku içinde oradan oraya kaçışan.

Nereye gitse başka bir felaketle karşılaşan.

Aciz, çaresiz, şaşkın, perişan...

Daha korona salgınının etkisinden kurtulmadan gelen deprem...

Kuraklık ve ona bağlı olarak kıtlığı konuşurken gelen yağmur, sel, su baskını...

Salgınla evlere hapsolup dışarı çıkamadık.

Depremle evlerden kaçıp içeri giremedik.

Yüksek katlardan aşağı katlara kaçtık.

Şimdi de aşağıları ve aşağı katları sel bastı.

İnsanlar perişan.

Korku içinde.

Herkes acaba daha neler olacak diye bekleşiyor.

Kimi, bütün bunları işlediği günahların cezası olarak görüp Allah'a sığınıyor.

Kimi birbirini suçluyor.

Kimi de bu arada ganimet/rant toplama derdinde.

Bir şey çok açık:

Bütün gelişmişliğine rağmen insan doğanın gücü karşısında çok zayıf.

Teknoloji bir yere kadar.

Doğa ile girdiği savaşta insan kaybetmeye mahkum.

Çare doğa ile uyum içinde yaşamakta.

Bilimsel doğrulara ve uzman görüşlerine göre hareket edeceksin.

Fay hatları üzerinde şehir kurmayacaksın.

Zemini sağlam olmayan yerleri imara açmayacaksın.

Dere yataklarında yerleşime izin vermeyeceksin.

Binaları sağlam yapacaksın.

İnsanların açgözlülüğünü bilip denetleyecek, yanlış yapanları engelleyecek, gerekirse cezalandıracaksın.

Yapılan yanlışları imar affı/barışı adı altında meşrulaştırmayacaksın.

Bütün bu konularda sorumlu ve yetkili olup da görevini ihmal edenlere hesap soracaksın.

Günahı ve cezayı, sadece şahsi konularda değil biraz da/belki en çok da bu konularda düşünüp, tövbeyi doğruya dönmek olarak anlayacaksın.

Ha, bütün bunlara rağmen, garantin yok.

En yüksek tepeye de çıksan Tufan'ın gelip seni bulacağını bilip ona göre davranacaksın, ona göre yaşayacaksın.

***

Şimdi düşünüyorum.

Doğayı çok hırpaladık.

Yeşile çok zarar verdik.

Toprağın altını çok oyduk.

Çevreyi çok kirlettik.

Suyu çok tükettik.

Bütün bunların bir bedeli olmalı, değil mi?

***

Daha ötesi de var.

Unutmayalım.

"Manto" denilen kızgın ve kaygan bir zeminin üzerindeki kırık levhaların birinin üstündeyiz ve o levha sal gibi hareket ediyor.

Çarpıyor, uzaklaşıyor, sürtünüyor.

Her an her şey olabilir.

Batabilir.

Alttan o kızgın lavlar fışkırabilir.

Yine dünya, kainatın içinde minicik bir nokta mesabesinde. Hızla dönüyor.

Her an yörüngesinden çıkıp uzay boşluğuna savrulabilir.

Çarpabilir, yanabilir, donabilir, durabilir, paramparça olabilir.

Veya başka bir yıldız, gezegen veya göktaşı gelip bize çarpabilir.

Veya güneş dünyayı kendi içine çekebilir.

Veya bir karadelik yutabilir.

Ve her an her şey bitebilir.

O kadar hassas dengeler üzerinde yaşıyoruz yani.

Peki o kadar hassas düşünüyor muyuz?

Ve o kadar hassas yaşıyor muyuz?

Bu doğal felaketlere sebep olan yanlışlarımız ve ihmallerimiz bir gün kainattaki dengeyi de bozar mı?

Maddi ve manevi...

Yoksa kıyamet günahlarımızın bedeli midir?