M. Sarmış: Pekâlâ! Şimdi artık şu tarih konusuna geçebiliriz. Öncelikle şunu söyleyeyim; “Size gıpta ediyorum.” Siz hukukçusunuz, benim branşımsa tarih. Ben ancak son birkaç yıldır özellikle Urfa ile Urfa tarihi ile ilgileniyorum. İşte Eski Urfa sokaklarında yaptığım yürüyüşler, sonra da bu röportajlar… Sizse bir hukukçu olduğunuz halde Urfa’nın tarihine kültürüne neredeyse ömrünüzü vermişsiniz. Bilhassa Osmanlı’nın son zamanları ve Urfa’nın Kurtuluş Savaşı üzerinde uzmanlaşmışsınız. Çok sayıda yazınız ve kitabınız var. Daha ilk gençlik yıllarınızda sosyal derslere meraklı olduğunuzu söylediniz. Peki, bu tarih merakı, daha doğrusu Urfa’nın tarihine bu merak nasıl başladı?
M. Akalın: Anzılha Dergisi ve Kurtuluş Savaşı ile başladı.
M. Sarmış: Af edersiniz, doğum gününüzün 11 Nisan olmasının bunda etkisi var mı?
M. Akalın: Yok, hiç etkisi yok. Doğum günümün 11 Nisan olduğunu çok sonradan öğrendim. Anzılha Dergisini çıkarmaya hazırlandığımız zamanlarda bir gün bir ağabey grubu ile otururken Necati ağabey, “Madem meraklısın. Bende de eski yazı bazı şeyler var. İstersen gel bak. Benim işime yaramaz. Yoksa atacağım.” filan dedi. Yazıhanesine gidip baktım; eski bir sandığın içinde çok sayıda kitap, defter ve bazı kâğıtlar vardı. O sırada ben eski yazıyı çat pat okuyabiliyorum. “Bunları alabilir miyim?” dedim. “Tabii, alabilirsin.” dedi. Birkaç tanesini aldım. Aralarında bir de Osmanlıca-Fransızca sözlük vardı, gençlik işte, ayıp olmasın diye onu almadım, keşke alsaydım.
M. Sarmış: Anzılha Dergisi çıkardığınıza göre bir Urfa merakı var, ama Kurtuluş Savaşı tarihi onunla başladı.
M. Akalın: Evet. Aldıklarımı eve götürüp yarım yamalak Osmanlıcamla incelediğim zaman gördüm ki birisi “Binbaşı Al Rıza Beyin Hatıratı.” 1924 yılında Sinop’ta basılmış. Tabii Osmanlıca olarak.
M. Sarmış: Yine araya gireceğim, Osmanlıcayı nasıl öğrendiniz?
M. Akalın: Ben iki defa Kur’an’ı hatmetmiştim. O yüzden eski yazıya aşinalığım vardı.
M. Sarmış: Yani siz de o zamanki bütün çocuklar gibi Kur’an okumayı öğrenmek için hocaya gittiniz.
M. Akalın: Evet, ilkokul yılları ile beraber Hatice Hocaya gittim. Hatmettim. Sonra Mevlit okudum. Mızraklı İlmihal okudum. Aradan 5-6 sene geçti. Ortaokul son sınıfta iken bu sefer komşumuzda bir ablamız vardı, onunla yeniden okudum, bir daha hatmettim.
M. Sarmış: Oradan kalan bir eski yazı alt yapısı var.
M. Akalın: Evet, ama tabii Osmanlıca daha zor. Harekeleri yok. Hele bir de el yazısı olunca… Annem de hem Kur’an okurdu, hem eski yazı okurdu. Bizim evde genel olarak bir aşinalık vardı. Sonra da kendi kendime çalıştım.
M. Sarmış: Yani birinden ders almadınız mı?
M. Akalın: Hayır, kendi kendime çalıştım.
M. Sarmış: Peki kaldığımız yere dönelim. O arkadaştan o kitapları aldınız.
M. Akalın: Onlar arasındaki Binbaşı Ali Rıza Beyin hatıratını çevirip yayınladık.
M. Sarmış: İlk kitabınız mıdır?
M. Akalın: Hayır. Benim ilk kitabım 1985’te yayınlanan “Millî Mücadele’de Urfa” adlı kitaptır. Hatıratın sadece bir bölümünü çevirip Anzılha’da yayınlayabilmiştik. Bir veya iki sayıda yayınlandı. O sırada gücümüz o kadardı. Kitap olarak çok sonra yayınlandı. (“Ahfada Yadigâr Urfa Mücahedesi”, Şanlıurfa İli Kültür Eğitim Sanat ve Araştırma Vakfı Yayınları, Şanlıurfa, 1995)
O tarihe kadar Urfa’nın kurtuluşu hakkında pek bir şey bilinmiyordu. İşte “Saco” geldi, vurdular, öldürdüler… O kadar… Saco’nun adı biliniyor, ama hakkında hiç bilgi yok. Mesela on kişiye sordum, adını biliyor, ama kimdir, neyin nesidir, bilmiyor. Bırak Saco’yu, savaşa bizzat katılan kendi gazilerimizin, kahramanlarımızın hakkındaki bilgiler bile çok kısıtlıydı. Oysa o sırada henüz hayatta olan çok insan vardı.
M. Sarmış: Yazık. Henüz hayatta iken kendileriyle röportajlar yapılabilir, birinci ağızdan birçok şey öğrenilebilirdi. Ben de çok yanıyorum buna.
M. Akalın: Ben bunlardan Ahmet Mesci, Reşit Rastgeldi, Tahir Güllüoğlu gibi bazıları ile sohbet ettim, notlarını aldım. Bazılarının yakınları ile görüştüm. 1950’lerde, hele hele 1960’lı, 70’li yıllarda çok sayıda gazete ve dergi çıkıyor. Hiç mi insanın aklına gelmez, o insanlarla görüşeyim, hatıralarını alayım diye? Hiç mi valilik veya belediye, şu insanları bir davet edeyim demez? Şehir dışındakileri kast ediyorum. Çünkü merkezdekileri bayramlarda davet ediyorlardı. Ama yine kayıt kuyut yok.
M. Sarmış: Ben Hikmet Parmaksız’la yaptığım röportajda bazılarının liselere davet edilip derslere katıldıklarını, öğrencilere hatıralarını anlattıklarını da duymuştum.
M. Akalın: Doğrudur, ancak çok yetersiz. 1920’lerde 20-25 yaşlarında olan o insanlar 1960’larda, 70’lerde 60-70 yaşındadır. Mesela eski belediye reislerimizden Reşit Görgün, 70’li yıllarda vefat ettiğinde 80-90 yaşındaydı. Reşit Bey, Kuvayı Milliye’nin önemli isimlerinden biridir, İstiklal Madalyası sahibidir. Kim bilir, anlatacağı nice şeyler vardı, ama yapılmadı.
Ben bu işe başladığım zaman çok geç kalınmıştı. Hayatta olanlar da çok yaşlanmıştı. O yüzden okuduklarıyla yaşadıkları birbirine karışıyordu. Bir gün bir gazi ile konuşuyordum. 4 Mart günü Fransızlara yapılan hücumu anlatırken, bir baktım Hasan İzzettin Dinamo’nun kitabını anlatmaya başladı.
M. Sarmış: Gerçekten çok yazık olmuş. İyi ki bir kısmına yetişmişsiniz.
M. Akalın: Eyvallah! Böyle böyle gittikçe işin içine daldık. O dönemin yerli ve yabancı basın yayın organlarında da araştırmalar yapmaya başladım. O dönemden kalan hatıratların, belgelerin, bilgilerin, fotoğrafların peşine düştüm.
1978’den 1990’lı yıllara kadar yaz tatillerinde eşimle İstanbul’a giderdik. Kadıköy tarafında Feneryolu’nda kalırdık. Ben her gün sabah karşıya geçer, direkt İstanbul kütüphanelerine giderdim. En çok da Beyazıt Kütüphanesi’ne… Benim mezun olduğum okulumun yanındaydı. Ankara’ya gittiğimde de duruşmalardan vakit bulduğum kadarıyla Milli Kütüphane’ye ve izin aldığımda Genel Kurmay Başkanlığı Harp Tarihi Arşivi’ne giderdim.
M. Sarmış: Ne yapıyordunuz oralarda? Doğrudan Urfa’nın kurtuluşu ile ilgili belgelere mi bakıyordunuz?
M. Akalın: Önceden tespit ediyordum, not ediyordum. Oraya gidince de fotokopilerini çekiyordum. O zaman yağlı fotokopi vardı. Sonra Urfa’ya gelip kış boyu onlar üzerinde çalışıyordum.
M. Sarmış: Peki, o yazıları, belgeleri okumada birilerinden de destek alıyor muydunuz?
M. Akalın: Yok, kendi kendime… Zaten hepsi eski yazı değildir, genellikle Latin alfabesiyle yazılmıştır. Eski yazı azdır. Daha sonraki yıllarda o belgeleri çalışırken Mahmut Karakaş Hocayla beraber çalıştık.
M. Sarmış: Urfa’nın tarihini araştırmak için yabancı dil de gerekiyor. İşte önce İngiliz işgali olmuş. İngilizce kaynaklara ulaşmak gerekir. Sonra esas savaş Fransızlarla olmuş. İngilizce gerekiyor, Fransızca gerekiyor. Gerçi siz Fransızca bölümü mezunusunuz, ama bizde okul dersleri ile dil pek öğrenilmez.
M. Akalın: Okul Fransızcasından biraz daha fazla bir Fransızcam vardır. Lisede çok iyi bir Fransızca hocamızın olduğunu söylemiştim. Yıldız Tan… Bizi beş sene okuttu. Lise son sınıfta bir şiir verdi, ben onu Türkçeye çevirdim. Konuşmam zayıftır, ama metin okumada iyiyim. Herhangi bir metni okuyup çevirebilirim. Mesela üniversiteden bir ekip bir kitap hazırlayacağız dedi. Benden de Suruç’la ilgili bir yazı istediler. O konuya çalışırken burada görev yapmış bir iki Fransız’ın kitabına ulaşıp ilgili bölümleri çok rahat aktarabildim.
M. Sarmış: Çok iyi. Böylece ortaya çok sayıda eser çıktı:
“Milli Mücadele’de Urfa-Anılar Belgeler”
“Urfa Mutasarrıfı Şehit Nusret Bey’in Nemrut Mustafa Paşa Divan-ı Harbindeki Savunması”
“Ali Rıza, Ahfada Yadigâr Urfa Mücahedesi, Binbaşı Ali Rıza Bey’in Hatıratı”
“Urfa’nın Kurtuluşuyla İlgili Belgeler”
“Cumhuriyet Halk Fırkası Urfa Heyeti İdaresi Mukarrerat Defteri”
“Urfa Destanı” (Milli Mücadele’de Urfa’dan ayrı basım)
“Urfa Kurtuluş Yazıları”
“Urfa’nın Kurtuluşuna Dair Üç hatırat”
“Urfa Tarihinden Yapraklar”
“Hocazâde Muallim Fikri Bey’in Urfa Kurtuluş Savaşı Hatıraları”
Bunların çoğu arşiv belgeleri. Onlara nasıl ulaştığınızı anlattınız. Çoğu kütüphanelerden, bir kısmı da çeşitli şahıslardan. Bir de hatıralar var. İlk ulaştığınız hatırat da BinbaşıAli Rıza Beyin “Ahfada Yadigâr Urfa Mücahedesi”.
Kitabın girişinde, bu hatıratın yayınlanmasının önemini vurgularken, Ali Saip Ursavaş’tan ve onun “Kilikya Faciaları ve Urfa’nın Kurtuluş Mücadeleleri” adlı eserinden söz ediyorsunuz. Ali Saip Bey, hâlâ çok tartışılan bir isim. O kitabının, Urfa’da hayal kırıklığına sebep olduğundan; tam anlamıyla benmerkezci ve mücadeleye katılanların hak ve emeklerini inkâr eden bir kitap olduğundan hareketle Ali Rıza Beyin bu hatıratı yayınlama gerekçelerinden birinin de bu hakkı teslim etmek olduğunu söylüyorsunuz.
Bunu biraz açar mısınız?
M. Akalın: Bnb.Ali Rıza Bey hatıratının önsözünde, Yzb.Ali Saip Bey’in yayınlamış olduğu hatıratta Urfa mücadelesinde emeği geçenlerin haklarının inkâr edilmiş olduğunu ve bu nedenle de kendisinin mücahitlere “hissei tefahür” olması için belgelere dayalı olarak bu hatıratı yayınladığını ifade etmektedir.
M. Sarmış: Eserlerinizden biri, sadece Urfa’yı değil, Türkiye genelini ilgilendiriyor. Hatta uluslararası boyutu var. “Urfa Mutasarrıfı Şehit Nusret Bey’in Nemrut Mustafa Paşa Divan-ı Harbindeki Savunması”.
Nusret Bey, Birinci Dünya Savaşı ve sonraki işgal yıllarında Urfa mutasarrıfı. (1917-1919) Daha önce Bayburt kaymakamlığı yapmış. 1915 Ermeni Tehcirindeki rolü gerekçe gösterilerek Damat Ferit Paşa tarafından 1919’da azledilip İstanbul’a çağrılmış, çeşitli aşamalardan sonra da Nemrut Mustafa Paşa’nın başkanı olduğu mahkeme tarafından idama mahkûm edilip 1920’de idam edilmiş.
Ermeni konusu ülkemizin gündeminden hiç düşmüyor. Geçtiğimiz 24 Nisan’da da tekrar konuşuldu. Benim bu röportajlarım sırasında da söz dönüp dolaşıp Urfa’nın gayrimüslimlerine, en çok da Ermenilere geliyor.
Nusret Beyle ilgili hususi bir kitap yazmış biri olarak neler söylemek istersiniz?
M. Akalın: Türkiye’de birçok hadise siyah beyaz olarak değerlendiriliyor. “Ya bendensin, ya bana karşısın.” gibi bir format içerisinde… Birçok hadise bu yaklaşıma kurban edilmiştir. Osmanlı dönemindeki Tehcir, Osmanlı’nın ve devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermeni malları ile ilgili yaptığı tasarruflar herkesin gözü önünde olan şeyler. Bütün bunlar herkesin haklı ya da suçlu olduğu anlamına gelmiyor. Bunlar çok uzun çok boyutlu konular. Nusret Beye gelince… O bu işin gerçekten kurbanı olan bir adam. Samimi olarak inanmasaydım yazmazdım. Öldüğünde, Pantolonun arka cebinden bir lira para çıkıyor. Olaylara siyah beyaz bakanların bir tarafında olanlar, böyle bir adamı Ermeni mallarını gasp etti diye hücum ederek anlatıyorlar. Öldükten sonra eşi ve çocukları sefil oldu. Devlet maaş bağladı, çocuklarını okuttu. Böyle bir adama Ermeni mallarına el koydu nasıl diyebilirsin? Nerede mal? Bir de onun yargılandığı mahkemenin sürecini okudum ben. Beş altı yaşında çocuğu getirip şahit yazdırmışlar. Yani o günün şartlarında Nusret Beyi kurban etmişler. Nemrut Mustafa Divan-ı Harbi, yani mahkemesi, Cumhuriyet dönemindeki İstiklal Mahkemeleri gibidir. Temyizi olmayan bir mahkemedir. İdam kararı verildiğinin ertesi günü götürüp asıyorlar. Ailesi feryat etmiş, ama kimse dinlememiş. Sonra hükümet değişince ailenin şikâyeti üzerine Adalet Bakanlığı dosyanın incelenmesi için talimat veriyor. Dosyasını getirip açıyorlar, mahkûmiyete elverişli hiçbir kanıt olmadığı gibi verilen heyet kararı da kürek cezası, idam değil. Duruşma sonlandıktan sonra kararın yazılması sürecinde önceki hâkimleri görevden almışlar, iki tane başka hâkim tayin etmişler, sonra bunlar da kararı idam olarak yazmışlar. İnanmayacaksınız ama aynen böyledir. Bunun tartışma konusu olmasına hakikaten çok üzülüyorum. Bu konuda konuşacak olanların bunu okumaları lazım. Öyle gözü kapalı konuşmak olmamalı.