Nüfus cüzdanındaki tarihe göre 1930 yılında Hilvan'ın bir köyünde dünyaya gelmiş. Birinci Dünya Savaşından 12, Kurtuluş Savaşından 8, Cumhuriyet'in ilanından 7 yıl sonra… Anadolu'nun ücra bir köyünde, yoksul bir ailenin ilk çocuğu olarak. İlkmiş, tek kalmış.
Annesini 1 yaşında kaybetmiş, hiç hatırlamıyordu. Bir ömür boyu, hiç olmazsa yüzünü hatırlayabilseydim, bir kere olsun rüyamda görseydim diye özlemini dile getirmiştir. Babasını biraz hatırlıyordu. Annesinden sonra yeniden evlenmiş. Dört beş yaşlarında iken o da ölmüş. Köyde tutunamamışlar, bir süre sonra analığı kendisini alıp şehre getirmiş.
Kamberiye Mahallesinde, her odası ayrı bir kiracıya verilen kocaman avlulu bir evin bir odasını kiralamışlar. Annem de ev sahibi olan babalığının koltuğunda küçük bir kız. Çocuklukları beraber geçmiş. Babam 16, annem 14 yaşında iken evlenmişler. Kaldıkları odanın ortasına bir perde çekmişler, kendileri arkada, analık önde. Öyle bir hayat…
Yani babam bir 'hüdayınabit'; kendiliğinden yetişmiş, kendi kendini yetiştirmiş. Bir de annemin etkisi var. Çok güçlü bir kişiliğe sahip olan annem, babamın belki de en büyük şansı. Babamın ve bizim.
O sıralar mahallede en yaygın iş 'culhacılık' (bez dokumacılığı). Babam da o işe başlamış. Şegirt (şakirt, çırak), kalfa, derken usta… Ben o zamanlarını biraz hatırlıyorum. Pamuk veya ipek ipliğin dokuma aşamasına gelinceye kadar her işi evimizde ailecek yapılırdı. Ablalarımın sardığı masuraları bir kutunun içinde ben babamın çalıştığı dükkana götürürdüm.
Babam her gün belli sayıda 'neçek' (kadın başörtüsü) işler/dokur, 'haftabaşı'/cumartesi günü 'Aşağı Çarşı'ya götürüp Çukur Han'daki bir mahallelimize satardı. Ben de evimizin olduğu meydanda, onun gelmesini beklerdim. Beklerken de eğer mevsimi ise 'Aşağı Mevlahana'dan alıp marhamasına koyduğu ucuz elma ve portakalların hayalini kurardım.
Bir süre sonra culhacılık önemini kaybetti. Babam bir iki yıl Irak'tan başlayıp Akdeniz'e uzanan petrol boru hattının inşaatında Almanların yanında çalıştı. O iş bitince kısa bir süre fırıncılık yaptı. Sonra da annemin ısrarı ile küçük bir bakkal dükkanı açtı. Benden önce gurbete gidip farklı işler de denemiş ama hiçbir olumlu sonuç alamayıp geri dönmüş.
Bakkal dediysem şimdiki gibi mini market değil, evlerin mecburi ihtiyacı olan birkaç parça kuru eşya, biraz fakir fukaraya hitap eden sebze ve meyve, biraz da çocuklara yönelik markasız şekerlemeler… Lise yıllarımda günün belli saatlerinde benim de oturduğum bu dükkanla beraber babamın adı 'Culhacı Cuma Halfe'den 'Bakkal Cuma Emmi'ye dönüştü.
Kendi bildiğince not tuttuğu çok ilginç bir bakkal defteri vardı. Borçluların adını onların en tanınmış özelliklerine göre yazardı. Sadece borca mal vermez, para da verirdi. Çevredeki erkek kadın herkes, başı sıkıştıkça borç para ister, o da az çok demez, varsa verirdi.
Otuzlu yaşlarına denk gelen kısa bir süre biraz rahatlamışlar; onun dışında hep yokluk, yoksulluk içinde geçmiş hayatları ki ben de bunun bir parçasıyım.
Herkes gibi babam da mutlaka para kazanmak, rahat yaşamak istemiştir, ama bunun için hiçbir çaba harcamadı, hiç hırsı yoktu. Sanki yaptığı iş, yapması gereken tek işmiş gibi, bıkmadan usanmadan hep aynı tempoda çalıştı, hiç değişmedi. Kaderine razı; mütevekkil. Bütün çabası çoluk çocuğunu kimseye muhtaç etmemekti. Etmedi de… Bunda annemin de büyük rolü oldu. Belki yarı aç yarı tok yaşadık, ama annemin sayesinde dışarıda hep temiz ve düzgün giyindik. Kimse bizim hangi şartlarda yaşadığımızı bilmezdi, hatta durumumuzun iyi olduğunu zannederdi. Mesela annem, bize 'Okulda sakın ola ki fakiriz demeyin, dağıtılan yardımları almayın.' derdi.
Babam askere gittiği zaman büyük ablam bir yaşında imiş. Geride beş kuruş para bırakmadan gitmiş. Askerlik dönüşü yol parası yapsın diye annem yataklarını satıp göndermiş. Babam sonradan bize bunları anlatırken gözyaşlarını tutamazdı.
Malatya ve Sivas'ta tamamladığı askerliği Kore Savaşına denk gelmiş. Savaşa gönderilecekleri belirlemek için aralarında kura çekmişler. Babam 'Ben de gitmek istedim, ama kurada çıkmadım' derdi.
O zor şartlarda tam 11 çocukları olmuş. İki erkek çocuk henüz çok küçükken ölmüşler. Dört kız kalmış. Sonra ben, benden sonra da dört erkek daha. Babacığım evlat acısı da yaşadı. İlk iki oğlu bir tarafa, benden iki küçük erkek kardeşim dokuz yaşında iken bir kaza kurşunu ile gitti. Babamın ne kadar çok etkilendiğini gayet iyi hatırlıyorum. Kırk yaşından sonra sigaraya başladı. Sıkıntını giderir diye arkadaşları tavsiye etmiş. İkinci evlat acısını da, en küçük ablamı koronavirüsten kaybettiğimiz geçen yıl, yani ömrünün sonunda, direncinin iyice kırıldığı bir zamanda yaşadı. İçinde yaşadı, üzülmeyelim diye bize hiç belli etmedi.
Bu arada beş altı evde kiracı olarak dolaştıktan, her birinde dostluklarını ömür boyu sürdürecekleri komşuluklar kurduktan sonra, ilk oturdukları evi satın almışlar. Kamberiye Mahallesi, Cami Sokak, No: 6/A. Babam, son birkaç yıl hariç hep o evde oturdu, kıt kanaat kazancı ile bizleri büyüttü, evlendirdi, işini bitirdi.
Annemi 1996 yılında kaybettik. Fakat asıl kaybeden babamdı. Annemi ne kadar çok sevdiğini o ölünce anladık. Bir daha evlenmek istemedi. Onu aklından hiç çıkarmadı. Hep hayırla andı, onu rahat yaşatamadım diye üzüldü, ağladı. Adını bile başkalarına yakıştıramazdı. Bir keresinde onun adını taşıyan bir kız çocuğuna seslenildiğini duymuş; 'O adı nasıl böyle bir kıza vermişler?' diye hayıflanmış. Biraz da sevgisinin ispatı sadedinde bize anlatmıştı. Son zamanlarına kadar her fırsatta mezarına gidip suladı, orada kendiliğinden yetişen iki ağacı besleyip büyüttü. Ve 26 yıl boyunca hep ona kavuşacağı günü hayal etti. Onu sık sık rüyalarında gördü. Kendisi de o mezara defnedilmek istiyordu. Öyle de oldu. Bu dünyada kavuştular; inşallah ahirette de kavuşurlar.
Çok sessiz, mecbur kalmayınca konuşmayan, konuşulmasına da şaşıran biriydi babam. Bu konuda annemle tatlı tatlı tartıştıklarını hatırlıyorum. Gençken her şeyine katlanan annem, son zamanlarında 'iki çift güzel söz söylemedin' diye sitem ederdi bazen. Babam da 'kalbimden seviyorum, söylemeye ne gerek var?' diye gülerek geçiştirirdi.
Annemden sonra daha çok konuşur oldu. Keyfi yerinde olduğu zaman bazen okuduğu kitaplardan kıssalar naklederdi, bazen duyduğu hikayeleri, bazen de askerlik başta olmak üzere hatırlarını anlatırdı. Çok güzel anlatırdı, hayran hayran dinler, bol bol gülerdik.
Babam da annem de hiç okula gitmemiş. Evlendikten sonra beraberce çalışıp okumayı öğrenmişler. Babam gözleri artık göremeyecek duruma gelinceye kadar kitap okurdu. Kocaman kocaman dini kitaplar... En çok da Peygamber Efendimiz hayatı ve Peygamberler Tarihi…
Başta ilahiyatçı kardeşim Ahmet olmak üzere etrafındakilere çok ilginç ve cevabı zor sorular sorar, bazen güldürür, bazen düşündürürdü. Annemin vefatından sonra ve yaşı ilerledikçe en çok ahiretle ilgili sorular sormaya başladı. Ölüm, kabir, hesap, ceza, cehennem, en çok da cennetle ilgili… Okuduğu kitaplarda bahsi geçen hurilere de iltifat etmez, illa da annem derdi.
Babamdır diye demiyorum, tanıyan herkes öyle diyor; babam çok iyi bir insandı. Ondan söz edenlerin en çok kullandığı nitelemeler, halim selim, efendi, kendi halinde, zararsız, dürüst, temiz, iyi, dindar…
Evet, dindardı. Beş vakit namazını son zamanlarına kadar camide kılardı. Birer defa Hacc'a ve umreye gitti. Her yıl kurbanını özenle kestirirdi. Zekat verecek varlığı olmadı ama fitre vermede hassastı, imkan nispetinde hayır hasenat da yapardı.
Helale harama çok dikkat ederdi.
Çok iffetliydi. Gözünü de gönlünü de namahreme kapatmıştı. Bu konuda en ufak bir yanlışı olmamıştır.
Kimseyle kavga ettiği, küstüğü, tartıştığı görülmemiştir, duyulmamıştır. Öyle bir yapısı vardı ki, sanıyorum kimse onun gibi birine ilişmeyi düşünmemiştir.
Bazı babalar evlatlarına utanç olmuştur. Bizim babamız ise bize hep gurur vermiştir.
Çok iyi bir babaydı. Babaların ve annelerin çocuklarını dövmesinin çok normal karşılandığı bir zamanda, o hiçbir çocuğuna en ufak bir şiddet uygulamamış, ağır bir söz bile söylememiştir.
Eskiden duygularını belli etmezdi, bize karşı mesafeli idi. İlk gençlik yıllarımda bundan dolayı biraz dertlendiğimi hatırlıyorum. Sonraları, anne ve babasız yetiştiği için bilmiyor diye düşünmeye başladım. Zaten onların kuşağında olanlar için çocuğa yakınlık göstermek, sevgisini belli etmek ayıp sayılırdı. Babam, öğrendiği için mi, yaşlandığı için mi bilmiyorum, son zamanlarda duygularını iyice belli etmeye başlamıştı. Ben de eskiden ona karşı mesafeli dururken sonraları sarılmaya, öpmeye başlamıştım. Her yanına gidişte elini öpmeyi de alışkanlık haline getirmiştim.
Hepimiz evlenip evden ayrıldık; benim bir küçüğüm Mustafa kardeşim evlenince o evde kaldı. Sonuna kadar beraber yaşadılar. Babam onları ailesi kabul etti; Allah var, onlar da babama iyi baktılar, yükümüzü aldılar. Babam çok ısrar etmemize rağmen kolay kolay çocuklarının evine gitmez, gittiği zaman da hemen dönmek isterdi.
Hiçbir zaman hiçbir şeyden şikayet etmezdi. Bizi özlediğini bilirdik, gidince çok sevinirdi ama hiçbir zaman niçin daha çok gelmiyorsunuz demezdi. Bizim ve çocuklarımızın durumunu sorar, sürekli dua ederdi. Torunlarının işe girmesi, evlenmesi, çocuklarının olması gibi konuları dert eder, bunlar gerçekleşince sevinirdi. Babalık yapmaktan da vazgeçmezdi. Kendisi bizden bir şey istemezdi ama arada bir ciddi ciddi 'paraya ihtiyacınız var mı?' diye sorardı. Var desek çıkarıp vereceğinden şüphemiz yoktu.
Genellikle anneler ölünce aile dağılır. Bizde öyle olmadı. Babam sayesinde birliğimizi sürdürdük. Her bayram mutlaka bir araya geldik. Bundan sonra nasıl olur, bilmiyorum. Umarım sürdürürüz. Büyük ablam bize gelin diyor. Başka ailelerde olduğu gibi bizim aramızda hiçbir zaman kırgınlık küskünlük olmadı. Bunda da aldığımız terbiye ile beraber babamın varlığının çok etkisi olduğuna inanıyorum.
Babamın 8 çocuğundan toplam 47 torunu oldu. Torunlarının çocuklarının sayısını bilmiyorum. Torununun torunu da oldu. Çok az kişiye nasip olan bir şey! Ancak çok istememe rağmen onları bir araya getiremedim. Benim 20 Martta doğan oğlumun oğlu, onun soyadını taşıyan ilk torun çocuğu idi, onu kendisiyle buluşturmak da nasip olmadı. Onu ve annemi 'Zor Hayatlar' kitabımda birer öykü ile anlamaya çalışmıştım. Son zamanlarda başladığım röportajlar cümlesinden olmak üzere kendisiyle de bir röportaj yapmak istedim, o da olmadı.
Uzun yıllardan beri babamın dişleri yoktu. Gözleri yeterince görmez, kulakları duymaz olmuştu. Bizi anca tanıyordu, kulağının dibinden bağırarak konuşabiliyorduk. Yine de ayakta idi, kimseye muhtaç olmadan ihtiyaçlarını görüyor, camiye, parka, mezarlığa gidebiliyordu. Geçen yıl koronaya yakalanınca çok korkmuştuk, ancak çok hafif atlattı. Babam vücutça sağlam bir adamdı; yıllar önceki prostat ameliyatı dışında ciddi bir hastalığı olmamıştı. Geçici rahatsızlıklarını da bize kolay kolay söylemezdi. Son yılarda iyice zayıflamış, kemikleri erimişti. Bir buçuk ay kadar önce aşırı bel ağrısı şikayetiyle doktora götürdük. Yine bir şey çıkmadı. Doktor, 'ileri yaşın verdiği aşırı yıpranmışlık' dedi; 'kemiklerinin içi boşalmış, kireçlenmiş. Yapılacak bir şey yok.' Elimizden geleni yapıp süreci uzatmaya çalıştık, ancak takdir-i ilahi.
Ondan sonra babam yemeden içmeden kesildi ve hızla çöktü. Birkaç hafta içinde elimizden kayıp gitti. Malum akıbet gelip kafamızın içine karargahını kurdu. Elimiz yüreğimizde korku içinde beklemeye başladık. 92 Yaşında da olsa baba... 102 Yaşında da olsa ölümü yakıştıramıyor, biraz daha yaşasın istiyor insan. Ancak bir yere kadar. Dua ederken şifa da, sağlık afiyet de istedim ama artık iyileşip ayağa kalkamayacağı belli olduğu için daha çok sabır ve dayanma gücü diledim. Bir de acı çekmesin, eziyet çekmesin diye, kendim için de sürekli yaptığım o meşhur duayı tekrarladım: 'Ele ayağa düşürme Rabbim!'
28 Mart'ta hastaneye kaldırdık. Yoğun bakıma aldılar. Ertesi sabah doktor durumu kritik diye telefon etti; son bir defa görme umudum hastaneye varınca tükendi. Ancak morgda görebildim. Son bir defa eğilip alnından, yanaklarından öptüm.
Ne kendi yoruldu, ne bizi yordu. Tertemiz gitti. Sonradan öğrendim ki cenaze, taziye, hatta ardından yapılacak helva parasını bile hazırlayıp kardeşime vasiyet etmiş. Böyle gözü gönlü tok biriydi bizim babamız.
O günden beri nasılsın diye soranlara 'Babası ölmüş bir insan nasıl olursa, öyleyim.' diyorum. Yetim, öksüz, köksüz, yapayalnız, savunmasız, zayıf, küçücük… Boğazım tıkanıyor.
Duygularımı böyle düz satırlarla anlatmam mümkün değil. Belki ileride bir şiir olur.
Babam benden/bizden başka kimi ilgilendirir, bu yazı kimin ilgisini çeker de okur, bilmiyorum. Yazmak istedim. Yazmasam bir şeyler eksik kalacaktı. Kalmasın istedim. Benim babam Allah'ın bir sevgili kuluydu. Bilinsin istedim.