DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Hava güneşli ama oldukça soğuk. İçimde ise her mevsim iç içe geçmiş durumda. Her an birinden diğerine geçiyorum. Bu kadar sık soğuk sıcak değişimi de yaşandığı yeri tahrip ediyor tabii.
Çarşının batısına doğru ilerledim. En alt katı boydan boya otopark. Kuzeyi ise Köprübaşı'nı Samsat Kapı tarafına bağlayan tünel. Solda birkaç kat boyunca dükkanlar sıralı. Sağda çadır biçimli bir kafe. İleride aşağıda Büyükşehir Belediyesine bağlı ŞUSKİ Genel Müdürlüğü. Ortada Urfa taşından yapılmış yukarı doğru incelen kıvrımlı bir kule. Kuleyi güneydeki kata bağlayan bir köprü. İleride üstte Büyükşehir Belediyesine ait 'Şair Nabi Kütüphanesi'. İnen, çıkan merdivenler... Her tarafta değişik boyutlarda, şekillerde ve renklerde sayısız tabela ve reklam panoları… Belki hepsi gerekli ama müthiş bir görüntü kirliliğine sebep oluyor. Modern şehirlerin görüntü açısından beni en çok rahatsız eden yanlarından biri de bu.
Başka zaman çok normal gördüğüm, hiç aldırmadığım bazı görüntüler, bazen birden bire çok farklı görünüyor gözüme. Adeta boyut değiştiriyorum, çok dikkatli baktığımız zaman farkına vardığımız üç boyutlu resim ve fotoğraflar gibi. Yine öyle oldu. Sanki yolda yürür gibi değil de yukarıdan bakmaya başladım. Bir film seyreder gibi.
Kalabalık, kalabalık… Her yaştan ama en çok genç kız ve erkek. Sağa sola, her tarafa doğru gidip geliyorlar. Alışveriş, yeme içme, gezip tozma… Ülkede bir süredir hüküm süren hayat pahalılığına rağmen, en azından bir kısım insanların tüketim alışkanlığı değişmiyor. Özellikle giyim kuşam ve yeme içme mekanları hiç boş kalmıyor. Günümüz insanları, hele gençler, hep yeni bir şeyler giymenin derdindeler. Her birinin onlarca elbisesi, pantolonu, gömleği, ayakkabısı olsa bile yetmiyor, hep daha fazlasını, daha yenisini, daha farklısını istiyorlar.
Bir de dışarıda yemek yeme merakı var. Son yıllarda büyük bir hızla artıyor. Ev hanımları bile dışarıda yemeğe karşı çok hevesli. Fakat illa gençler… Evde çok daha kalitelisini çok daha ucuza yiyebilecekleri şeyleri, çok daha pahalıya da olsa, dışarıda, bir restoranda, kafede yemeyi tercih ediyorlar. Bazen ısrarla yüz hatlarını inceliyorum. Üzerine biraz domates sosu damlatılmış, kenarlarından bir iki parça yeşilliğin sarktığı üç beş çubuk kızartılmış patates çubuğunun sıkıştırıldığı bir sandviçi ısırıp üzerine bir pipetten bir şeyler yudumlamaktan acayip keyif alıyorlar. Böyle yapmakla kendilerini, o filmlerde ve reklamlarda gördükleri Batılı gençlerle özdeşleştiriyorlar sanıyorum. Bir de sanal alemin büyüleyici dünyasına dalınca gerisi boş… Onların dünyasına girmekte büyük zorluğumuz var. Kuşak farkı, ama eskiden kuşaklar arası olan bu fark, şimdi birkaç yıllık yaş farkına indi. 20'li yaşlarda olanlar bile kendilerinden birkaç yaş küçük olanları anlamakta zorlanıyorlar. Daha değil ki ben, benim kuşağım…
Eskiden beri dışarıda yemek yemekten hoşlanmam. Hala öyleyim. Nadiren ve mecbur kaldığım zamanlar hariç. Fakat son zamanlarda giyim kuşam konusunda bir hayli değiştim. Korona salgınının beni etkilediği hususlardan biri de bu. Eskiden giyimime çok meraklıydım. Hele dışarı çıkarken, işe giderken özene bezene hazırlanırdım. Takım elbiseler, beyaz gömlekler, renk renk kıravatlar, her hafta sonu bizzat boyadığım ayakkabılar... Oysa iki yıldır bir hayli eskiyen iki kot pantolon, uçlarını üste bıraktığım birkaç gömlek ve bir iki spor ayakkabı ile idare ediyorum. Çok rahatım. Artık hafif de olsa sakallıyım ve alıştım, tıraş olursam ortaya çıkacak görüntü beni rahatsız eder diye düşünüyorum.
İlk zamanlar kendimi merkeze koyarak değişime karşı yaptığım eleştiriler artık bana gereksiz, işe yaramayacağı için de saçma geliyor. Artık kendi devrimin insanı olduğumu ve değişemeyeceğimi, buna karşılık da dünyanın değiştiğini kabul etmeye başladım. Zorlansam da, zoruma gitse de… Karşı koymanın imkanı yok. İyi mi, doğru mu, güzel mi, o ayrı bir konu. Fakat gerçek.
Yeniden gerçek dünyaya dönüş yapıp yoluma devam ettim. Sağdaki kuleyi soldaki dükkanlara bağlayan köprünün altından geçtim. Sağda uğramak istediğim bir yer var. Bir önceki Eyyübiye yürüyüşümde kendisinden bahsettiğim Osman Gerem'in başkanı olduğu 'Şanlıurfa Sivil Toplum Kuruluşları İnsani Yardım Paltformu'. Eğer Osman Abi varsa bir selam vermek, bir çay içimi sohbet etmek istiyorum. Ancak cama yaklaşıp baktım, yoktu. Devam ettim.
Midem hafiften kendini hissettiriyor. Yolum uzun, gıda takviyesi almam lazım. Sağda gözüme ilişen bir bakkala girdim. Birkaç gofret ve bisküvi alıp oracıktaki bir kürsüye oturup atıştırmaya başladım. Bu arada, adını unuttuğum orta yaşlı dükkan sahibiyle de muhabbet etmek istedim. Hiçbir yönlendirmeye kalkışmadan, tamamen objektif bir şekilde piyasayı ve işleri sordum. İlk defa gördüğü ve sanırım biraz gazeteci ya da televizyoncuya benzettiği bir yabancı ile konuşmak onun da hoşuna gitti sanıyorum. Zaten mi öyleydi, o anda mı o kimliğe büründü bilmiyorum; bilge bir halk adamı edasıyla, konuşmaya başladı. Olanı biteni değerlendirdi. Sıkıntı var dedi, ama sıkıntıya sebep olanları değil, sanki orada biraz çekindi, daha çok şikayet edenleri eleştirdi. Olana kanaat etmek gerektiğini belirtip haline şükretti. Aklıma o meşhur tamlama geldi; 'yurdum insanı'. Sayıları gittikçe azalan o mütevekkil, kanaatkar insan. Teşekkür edip ayrıldım.
Az ileride sağa dönüp de aşağıya bakınca unuttuğum bir şeyi hatırladım. Millet Hanının kışla olduğu zamanlarda güneyinde askeri bir hamam vardı. Yerinde daha önce bir kamelya varmış. 1950 yılında askerler için bir hamam yapılmış. 1970'lerde kullanıldığını hatırlıyorum. Askerler hanı boşaltınca o da metruk hale geldi. Ve her metruk yapının başına gelen onun da başına geldi, mezbeleliğe dönüştü, yıkılmaya başladı. Aslında fazla bir geçmişi ve özelliği olmamakla beraber, ne hikmetse o da 'asar-ı atika'dan sayıldığı için koruma altına alındı. Çarşı yapılırken de restore edildi. Şimdi baktım bir nargile kafeye dönüştürülmüş. Aşağıya inip etrafında dolaştım. Bir an içeriye girmeyi de düşündüm, fakat kendimi yokladığım zaman halet-i ruhiyemin buna pek müsait olmadığını fark ettim. Bu halimle de şimdi her biri kendi dünyasında keyfince takılan gençlerle iyi bir diyalog kuramayacağıma kanaat getirip vazgeçtim.
Eskiden hamamın batısında Karakoyun Deresi üzerine kurulan ve aynı adla anılan bir su değirmeni varmış. Divan Efendi Vakfına aitmiş. 1940 Yılında Vakıflar İdaresi tarafından açık arttırma usulüyle vatandaşa satılmış. Özellikle derenin yağmur suları ile coştuğu bahar aylarında çalıştırılırmış. Tam olarak ne zamana kadar devam etmiş bilmiyorum ama ben hiç görmedim. Çarşı inşaatı ile beraber o da kaybolup gitmiş.
Az daha ilerleyip çarşının sonuna geldim. Önümdeki kuzey güney istikameti boyunca uzayan yolun adı Topçular Caddesi. Kuzeyde Topçu Meydanından başladığı için bu adı almış. Mahallenin solda kalan kısmını daha önce 'Köprübaşı'ndan Aşağı Çarşı'ya' yürüyüşüm sırasında uzun uzun yazdığım için burada tekrar etmeyeceğim. Karşıda Karakoyun Deresi üzerinde bulunan su kemeri ve köprüleri yürüyüşümün devamında dolaşacağım. Şimdi olmayan Mehfel'den de daha sonra söz edeceğim. Sağa döndüm. Tünel, tünelin kuzey duvarı, beride yüksek sac levhalarla çevrili Millet Hanı…
Şimdi buraya bir ek yapmam gerekiyor.
Yazımın 'Millet Hanı' ile ilgili yukarıdaki bölümünü ve çektiğim fotoğrafları sosyal medyada paylaşınca, okuyanların çoğu benim gibi üzüntüsünü bildirdi, mevcut haline tepki gösterdi. Sonra güzel bir gelişme oldu. İhaleyi alan şirketin ortağı ve yatırım danışmanı Mehmet Tuncay beni aradı. Harran Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde öğretim görevlisi, aynı zamanda serbest muhasebeci ve mali müşavir. Beni daha önceden de tanıyormuş. Daha sonra görünce ben de kendisini hatırladım. Konuyu gündeme getirdiğim için teşekkür etti. Bazı önemli açıklamalar yaptı. Daha detaylı konuşmak üzere Millet Hanı'nda buluşmaya karar verdik. 5 Ocak Çarşamba günü de buluştuk. Yanında şirketin yönetim kurulu başkanı Ferhat Donuker de vardı. Uzun ve verimli bir sohbet oldu. Mehmet Bey, konuyu kendi cephelerinden detaylı bir şekilde anlattı.
Dediğine göre hanı 99 yıllığına kiralamışlar. Bazısı yurt dışından olmak üzere 300 civarında profesyonel bir ekiple çalışmışlar. Her aşaması resmi yetkililerin kontrolünde yürümüş. Orijinal yapıya uymak için azami gayret göstermişler. Hatta daha fazlasını yapmışlar. Çalışmaların yüzde 65'i bitmiş.
Sonra bir takım iddialar üzerine çalışmalar durdurulmuş. O iddialar ve mahkeme safahatına girmeyeceğim.
Mehmet Beyin dediğine göre aralık ayı başında mahkeme şirket lehine karar vermiş. Havalar ısınınca, yani baharla beraber, çalışmalara yeniden başlayacaklarmış. Bunun için bütün hazırlıkları tamammış. Eğer olağanüstü bir durum olmazsa 1, en geç 1,5 yıl içinde de bitireceklermiş.
Daha sonra kalkıp bazı bölümleri beraberce dolaştık; Mehmet Bey, şimdiye kadar neler yaptıklarını örnekleri ile anlattı. Kuzey kısmı otel, güney kısmı çarşı olacakmış. Güneybatı köşesindeki giriş kapısının üzerine, orijinalindekinin aynısı aslan kabartmaları yapılacak ve daha önce sökülüp müzeye kaldırılan tarihi kitabe de getirilip yerine monte edilecekmiş.
Kalan kısımları da tek başıma dolaştım. Bol bol fotoğraf çektim. Uzaktan görünce de güzel ama içinden görmek bambaşka bir şey. Muazzam bir eser. Her tarafına hayran oldum. Bitince de görmek isterim. Kim bilir ne kadar güzel olacaktır. Urfa'ya birçok bakımdan katkısının olacağına inanıyorum. Dolaylı yoldan bir katkısı da, bizde iyi şeyler olmaz, her şeyi yüzümüze gözümüze bulaştırırız şeklindeki çok yaygın kanaatin aksine, istenirse, mücadeleden vazgeçilmezse, güzel şeyler olabileceğini de göstermesi olacak. Bir eğitimci olarak, bu tür örneklerin gençlerimizi çok olumlu yönde etkileyeceğine inanıyorum.
Önemine binaen araya sıkıştırdığım bu ilaveden sonra yürüyüşüme kaldığım yerden devam ediyorum.
Hanın güneyi ve batısı, daha önce söylediğim üzere çok yüksek sac perdelerle çevrelenmiş. O sac perdelerin yanından Topçular Caddesi boyunca kuzeye doğru ilerledim. Sol tarafta Kurtuluş Müzesine dönüşen Mahmut Nedim Konağı. Onun aşağısında yol üzerinde, ağaçlar arasında kaybolmuş gibi görünen Verem Savaş Dispanseri. Hangi sebeple bilmiyorum ama çok çok eskiden buraya bir kere girdiğimi hatırlıyorum.
Verem, tıbbi adıyla tüberküloz, hava yoluyla insandan insana bulaşan bir akciğer hastalığı. Bir zamanların en korkutucu hastalığı idi. Halk arasındaki adı 'ince hastalık'tı. Yeşilçam filmlerinde karşımıza çok çıkardı. Aşkına karşılık bulamayan romantik genç kızlar ve yoksulluk dolayısıyla yeterli beslenemeyen insanlar, çektikleri büyük acılardan sonra hastalanır, yatağa düşer, kısa bir süre sonra da o klasik sahne tekrarlanır; kahramanımız öksürünce ağzına götürdüğü mendilinde kan lekeleri görülür ve verem olduğu anlaşılır. Bu sahne ile o kadar çok karşılaşmışızdır ki bizim için hiç sürpriz olmazdı, hatta işin o noktaya geleceğini bilirdik. Ve yine bilirdik ki, o kişi sonunda 'behemahal' ölecektir. Bilirdik ama yine de büyük bir merakla izlerdik. Acaba nasıl ölecek?
O zamanlar etrafımızda da vereme yakalananların ve ölenlerin olduğunu duyardık. İlkokul yıllarımda veremle ilgili bilgilendirici çalışmalar yapıldığını hatırlıyorum. Okulun duvarlarına da veremle mücadele afişleri asılırdı. Verem aşısı olan BCG'yi de o zamanlardan hatırlıyorum. Sonra ne zaman ve nasıl oldu, bilmiyorum; verem insanların gündeminden çıktı. Benim için de nerdeyse nostaljik bir hastalığa dönüştü.
Mahalledeki yürüyüşe başlamadan önce harita üzerinde çalışırken dispansere rastlayınca merak etmiş ve biraz araştırmıştım. Verem tehlikesi şimdi de devam ediyormuş. Artık tedavisi mümkün olduğu halde dünyadaki en yaygın ve ölümcül hastalıklardan biri olmaya devam ediyormuş. Her yıl üç milyondan fazla insan veremden ölüyormuş. Yoğun bir mücadele sonucu bizde bir hayli azalmış, ama Suriyelilerin gelişi ile başka bazı hastalıklar beraber verem de artmaya başlamış.
Acaba Urfa'da durum nasıldı? Merak edip içeriye girmeye karar verdim. Yaklaşıp bakınca doğu kapısının kapalı olduğunu gördüm. Kuzeyinden dönüp batı kapısına ulaştım. Fakat gördüm ki burası artık dispanser değil, 'Şanlıurfa Mehmet Akif İnan Eğitim ve Araştırma Hastanesi Toplum Ruh Sağlığı Merkezi' olmuş. Kapıya çıkan bir görevli dispanserin başka bir semte taşındığını söyledi. Yine de içeriye girdim. Toplumun ruh sağlığı da beni yakından ilgilendiriyor. Görevliler beni çok iyi karşıladılar. Salona buyur edip çay ısmarladılar. İkisi kadın, ikisi erkek, dört genç arkadaş. Bir psikiyatrist, bir psikolog ve iki sosyal hizmet uzmanı. Kısaca kendimi tanıttıktan sonra, 'Urfalıların ruh sağlığı nasıl?' diye sordum. Yönetici konumundaki psikiyatrist genç hanım, istatistiki bilgi vermelerinin izne tabi olduğunu belirttikten sonra, Urfa'da iki yerde ruh sağlığı merkezi olduğunu, çok ağır psikolojik vakaların kendilerine yönlendirildiğini, onlara burada ilaç ve psikolojik destek dışında atölyelerde çeşitli kurslar verdiklerini söyledi.
Şüphesiz diğer hastalıklar da çok zor. Fakat psikolojik hastalıklar bir başka. Öğretmenliğe başladığım ilk yıl psikoloji derslerine de girmiştim. O dersler, insan psikolojisine karşı eskiden beri var olan merakımı daha da arttırdı. Psikolojik filmler izlemeyi de, psikolojik tahlillerin yapıldığı hikaye ve romanları okumayı da severim. Dünya edebiyatının bu alandaki ilk ve en önemli yazarı Dostoyevski benim de birinci önceliğimdir. 'Yeraltından Notlar', 'Suç ve Ceza' ile 'Karamazof Kardeşler'i ikişer defa ve büyük bir zevkle okudum. Bizden de, bazı eleştirmenlerin Dostoyevski ile karşılaştırdığı Peyami Safa'nın eserlerini... Fakat o sorunları yaşamak, film izlemeye ve kitap okumaya benzemiyor. Hele ağır vakalar. Akıl Hastanesine yatanlar… Şizofrenler… Alzaymırlar… 'Guguk Kuşu,' 'Akıl Oyunları' gibi filmler geliyor aklıma. Bizzat tanıdığım şizofrenler de var. Anne veya babası alzaymır olan çok tanıdığım oldu. Hastalar bir tarafa, hasta yakınları bile psikolojik desteğe ihtiyaç duyuyorlar. Toplumun 'deli' dediği hastalar, bilhassa zihinsel engelli çocuklar beni hep hüzünlendirir, yakınları için de üzülürüm. Dünyada da bizde de psikolojik sorunları olanların sayısı hızla artıyor. Psikoloğa ve psikiyatriye gidenlerin sayısı da, antidepresan ilaç kullananların sayısı da, kliniğe yatanların sayısı da…
Ruh Sağlığı Merkezinden ayrılırken, şöyle bir Urfa'yı getirdim gözlerimin önüne. Kim bilir kaç evde 'ruhu hasta' olan insan var? Ve o evlerde nasıl bir hayat yaşanıyor? O anda aklıma geliverdi: Onlar için, Eski Urfa'nın tarihi dokusu bir şey ifade eder mi? Onlara yıkılan, yok olan eserlere ne kadar üzüldüğümü söylesem yüzüme nasıl bakarlar? Kafalarının içinden neler geçer? Acı bir gülümseme yayıldı dudaklarıma. Başımı iki yana salladım. İçimden konuştuğumu zannediyordum ama sesli konuştuğumu fark ettim. Şimdi biri kendi kendime konuştuğumu görse hakkımda ne düşünür? Toparlandım. Aslında 'deli olmak' o kadar da uzak değil insana. Urfalıların meşhur dualarındandır; 'Allah kimseyi şirin akıldan etmesin.' Bu sefer de, bu sözde niçin, aklı nitelemek için başka bir kelime değil de 'şirin' kullanılmış diye düşündüm. Bu sefer de kendi kendime güldüm. Galiba artık bu konuyu düşünmesem daha iyi olacak? Daha yürüyeceğim çok yol, düşüneceğim çok konu var.