ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Akgöl Apartmanından indikten sonra güneye yöneldim. Burada söz etmem gereken tarihi bir han daha var. Millet Hanının doğusuna bitişik, şu anda üç tarafı dükkanlarla çevrili olduğu için dikkatli bakılmadığı takdirde dışardan görülmesi mümkün olmayan bir han: 'Bican Ağa Hanı'.
Kürkçüzade Ahmet Bican Efendi tarafından H. 1318/M. 1900 tarihinde iki katlı olarak yaptırılmıştır. Üst katı Ahmet Bican Efendi'nin misafirhanesi olup, şehre gelen yabancılar burada ücretsiz olarak konaklarmış. Yani ücretsiz otel. O zor günler için çok güzel bir hizmet. Bazı kaynaklarda 'Saray Oteli' olarak geçiyor. Bu kata, güneydeki bir kapıdan ve merdivenle çıkılıyor. Taş işçiliğinin güzel bir örneğini sergileyen kapının üzerinde yan yana iki kitabe var: Sağdaki kitabede 'Misafirhane-i Umumi, Sene 1318'; soldakinde ise 'Dedim Gevher gibi tarihine remz-i letafetle/Bu mihmanhaneye cümle gelen çıksın saadetle' beyti ve yine 1318 senesi yazıyor. Bu misafirhane bir yangın sonucu yıkılmış. 1960'lı yıllarda Uray Sinemasını alıp kışlık Türkmen Sineması olarak işleten Ahmet Naci Türkmen, bu misafirhanenin yerini de yazlık Türkmen Sineması olarak işletmeye başlamış.
Düzgün kesme taslardan inşa edilmiş olan hanın zemin katına doğudaki tonozlu kapıdan girilir. Kare şeklindeki avlunun etrafı çapraz tonozlu dükkanlarla çevrelenmiştir. Sonraları el değiştiren han, sahibine göre 'Yemen Askeri Mustafa Ağa Hanı' ve 'Ahmet Naci'nin Garajı' ya da 'Türkmen Garajı' adlarını almıştır. Bu arada yapılan müdahaleler ve ilavelerle orijinal biçimi bozulmuştur. Kuzeydeki odaların ön duvarları yıktırılarak dükkana çevrilmiştir.
Bu Bican Ahmet Ağa'nın yaptığı eserler bundan ibaret değil. H.1304/M.1886 tarihli vakfiyesinden, Suruç'ta birer cami, minare ile helahane yaptırdığı ve bir su kuyusu açtırdığını öğreniyoruz. Ayrıca Urfa'nın merkezinde 'İsotçu Pazarı' civarında, yine kendi adıyla anılan bir han yaptırdığı da bilinmektedir ki Urfalıların hafızasında 'Emniyet Oteli olarak kalmıştır. Şimdi Haşimiye Meydanı'nın ortasında bulunan 'Özdiker Kuyumcular Çarsısı' o han yıktırılarak yerine yaptırılmıştır. (Cihat Kürkçüoğlu, 'Urfa, Fotoğraflarla Evvel Zaman içinde', s.214)
Önce doğudaki kapıdan içeri girmeyi düşündüm. Ancak önüne hurdaya çıkmış ahşap malzemeler konularak kapı kapatıldığı için girmem mümkün olmadı. Kapının üstündeki ahşap kaplamaya kocaman harflerle yazılan 'Saray Han' adı, yıkılan üst kattaki misafirhanenin 'Saray Oteli' diye anılmasından dolayı konulmuş.
Çaresiz ilerleyip sağa döndüm. Burada çok eskiden beri boydan boya birahaneler sıralanıyor. Onun için daha önce hiç yaklaşmamıştım bile. Dolayısıyla aradaki üst kata çıkan kapıyı hiç görmemiştim. Bu sefer niyetim başka. Yaklaştım ve gördüm. Rengi iyice koyulaşmış olsa da gerçekten çok güzel bir taş içliği var. Az önce sözünü ettiği kitabesi de yerli yerinde. Merdivenleri çıktım. Daha önce misafirhane olan ikinci katın yer yer duvar kalıntıları göze çarpıyor. Yazık olmuş. Önce sağa doğru yürüdüm. Sonradan yapıldığı belli olan betonarme bir oda, doğusunda sac bir sundurma ve önünde plastik atıkların doldurulduğu torbalar ve boş teneke kutuları. Geri dönüşüm için toplandığı belli oluyor. İki genç vardı. Fotoğraflarının çekilmesini istemediler. Sigara içen birine, güzellikle 'içme, kendine yazık ediyorsun' dedim. Atletli olan diğeri abdest almaya hazırlanıyormuş; 'bu soğukta hasta olursun' diye takıldım. İkisi de neşeli görünüyordu. Her ikisine karşı da içimde sevgi ve acıma duyguları kabardı. Böyle zor şartlarda yaşayan gençleri her gördüğümde öyle olur. Aklıma zengin çocukları gelir. Onların lüks ve rahat hayatları ile bunları kıyaslarım ve onlara kızmam da gönlüm berikilere kayar.
Sola doğru yürüdüm. Bican Ahmet Ağa Hanı ayaklarımın altında. Damın etrafı klasik taş korkuluklarla çevrili. Kesme taş döşeli avlu, önü ahşap cam karışımı camekanla kapatılmış revaklı oda girişleri, doğudaki tonozlu kapı, her şey çok güzel. Ancak durumları hiç iyi değil. Taşlar yer yer kararmış, kurumuş çalı çırpı, çer çöp her yeri kaplamış. Etrafta kediler, köpekler dolaşıyor. Beyaz renkli bir köpek bir hayli peşimde dolaştı durdu. Ne yazık ki ona verebileceğim bir şey yoktu yanımda. Birazcık konuştum sadece.
Hanın ve etrafının uzunca bir zamandır metruk olduğu her halinden belli. Benzer her yerde olduğu gibi zihnim geçmiş ve gelecek arasında gitti geldi. Bir zamanlar bu avlu ve bu odalar nasıl canlıydı kim bilir? Şu üzerinde dolaştığım damdaki misafirhanede ne muhabbetler yapıldı veya ne dertler birbirlerine aktarıldı. Yazlık sinema iken buraya doluşan kadınlı erkekli Urfalılar hangi Yeşilçam melodramlarını izleyip içli içli ağladılar? Bazılarını, çok sonraları televizyon hayatımıza girdikten sonra izlediğim zaman, ne kadar yapmacık olduğuna bakmadan, ben de etkilenmiştim. Bütün bu düşüncelerle içim yine hüzünle doldu. Gerçi yürüyüşe başladığımdan beri hep öyleyim. Bazen dozu daha da artıyor. Tabii bir de bu hanın bu şekilde kalmasının verdiği rahatsızlık var.
Batıda buraya bitişik Millet Hanını bir de bu cepheden seyrettim ve haline bir kere daha hayıflandım. Kuzeybatıda az önce çıktığım Damat Süleyman Paşa Camiinin kubbesi ve minaresi. Kuzey doğuda eski belediye binasının yerinde devam etmekte olan inşaat alanı. Doğuda Köprübaşı. O kadar çok geçtiğim Köprübaşı'nı hiç bu cepheden görmemiştim. Her zaman olduğu gibi kalabalık, canlı. Biraz daha sağda Hacıkamil Konağı… Orada da değişim var. 2020'nin Aralık ayındaki 'Köprübaşı'ndan Aşağı Çarşı'ya' yürüyüşüm sırasında metruk bir halde idi, üzüntülerimi belirtmiştim. 2021'in Şubat'ında Büyükşehir Belediyesi restorasyon çalışması başlattı. İnşallah ortaya güzel bir şey çıkar ve güzel bir amaçla değerlendirilir. Güneydoğuya dönünce, Karakoyun İş Merkezinin bir heyula gibi kocaman binası görüş alanımı kapatıyor. Herkes gibi ben de yolu daraltan, yapıldığından beri beklenen ilgiyi görmeyen bu binayı görünce rahatsız oluyorum. Eminim bir gün o bina da yıkılacak.
Etrafı seyrederken birden bire içime döndüm ve kendi kendime hayret ettim. Eski bir hanın damında tek başıma dolaşıyorum. Altmış yaşında olduğum halde genç bir gazeteci gibi olur olmaz her yere girip çıkıyorum. Görenler hakkımda kim bilir neler düşünüyorlardır? Fakat artık hiç aldırmıyorum böyle şeylere.
Aşağıya indim, sağa döndüm. Hanın güney tarafındaki tonozlu odaların hepsi çoktandır alkollü içeceklerin içildiği, oyunların oynandığı mekanlar. Ben bugüne kadar ağzıma bir damla bile içki koymadım. Sadece bir kere çocukken bir votka şişesinin kapağının iç tarafına dilimi sürmüştüm, nasıl bir şeydir diye. İçki içenlere eskiden çok kızardım. Dini duygularımın yükseldiği zamanlarda kızgınlığım daha da arttı. Çünkü içki en büyük günahlardandı. Fakat sonraları, farklı bir gözle bakmaya başladım. Elbette günah, elbette ve kesinlikle içilmemesi lazım, elbette yine kızıyorum ve doğru bulmuyorum, elbette yine bu gibi yerlerden uzak duruyorum. İçki satan yerlerden alışveriş bile yapmam. Fakat artık insanları içki içmeye götüren sebepler üzerinde de düşünüyorum. Keyfinden içenlerle dertlerinden uzaklaşmak için içenleri birbirinden ayırıyorum. Sadece kızmanın yetmediğine, onları içmeye sürükleyen sebepleri ortadan kaldırmak için çalışmak gerektiğine de inanıyorum. İçki içip sadece kendine ve yakın çevresine zarar verenlere nispetle, içmeyip çok daha geniş kesimlere zarar verenlere, zulmedenlere daha çok kızıyorum.
Buralar yoksul içkicilerin mekanları. Zenginler uğramaz. Yoksullara duyduğum bütün yakınlığa rağmen buralarda yaşayan tiplere yabancıyım. Belki de önyargılıyım. Belki de başka yerlerde görsem yadırgamayacağım tiplere burada o önyargı ile bakıyorum. Bana öyle geliyor ki, onlar da bana farklı bir gözle bakıyorlar. Onlar da oralarda benim gibi birini görmeye alışkın değiller, yadırgıyorlar. Onun için bir tedirginlik var üzerimde. Etrafımdan gidip gelenlerin, o mekanlara girip çıkanların arasından dikkatli bir şekilde yürüdüm. Hem dikkatlerini çekmemek hem rahatsız etmemek için. Göz ucuyla yüzlerine bakmaya ve içerileri görmeye çalıştım. Aklıma gelse de içeriye girmeye, masalarına oturup kendileriyle sohbet etmeye cesaret edemedim. Kendimi yokladığım zaman da içimde kızgınlıktan daha çok acıma duygusunun oluştuğunu fark ettim. Yolun batısına, en ucuna kadar yürüdüm. Oradan bir kere daha Millet Hanını seyrettim. Sonra geriye döndüm. Giderken ve dönerken birkaç kişi ile göz göze gelip selam verdim. Sonra acele etmemeye çalışarak oradan uzaklaştım.
Uzaklaştım ama aklım içki içenlerde kaldı. Onlarla ilgili birçok şey geldi aklıma. Sahabeden bile içenler varmış. Bir gün Hz. Ömer onlardan birine beddua edince Hz. Peygamber'in, 'Lanet etme Ömer! Onun Allah'ı ve Resulü'nü çok sevdiğini biliyorum.' dediğini hatırlıyorum. Mevlana'da ve daha başka yerlerde geçen nice sarhoş hikayeleri var. En son Derviş Hoca hakkında oğlu ile yaptığımız röportajdaki sarhoş hikayesi beni ne kadar etkilemişti. Buraya da almak istiyorum:
Derviş Hoca anlatıyor: Yağmurlu bir kış gecesi, yatsı namazından sonra eve gitmek için Anzılha tarafına doğru yürüyünce bir su birikintisine denk geldim. Suya basmadan karşıya geçmek mümkün değil. Bassam ıslanacağım. Ben böyle düşünürken, baktım öteden bir sarhoş geldi. Ayakta duracak hali yok, sallanıp duruyor. Bana dedi ki: 'Hoca! Dur, sen ıslanma, ben seni sırtıma alıp karşıya geçireceğim.' İçimden 'Sen kendin ayakta duramıyorsun, beni nasıl geçireceksin?' diye geçirdim. Bir de adamın sırtına nasıl bineceğim? Dedim ki, 'Çok sağ olasın evladım. Allah razı olsun. Islanırsam da ıslanayım, bir şey olmaz.' O ısrar etti. Ben söyledim, o söyledi, derken ağlamaya başladı. 'Sarhoşum diye mi binmek istemiyorsun hoca?' dedi. 'Bizim sana hürmetimiz çoktur. Urfalıların sarhoşu da seni sever.' Artık bir şey diyemedim. Aldı beni sırtına, bir o tarafa, bir bu tarafa sallandık, nihayet karşıya geçtik. Kendisine çok teşekkür ettim. 'Allah razı olsun evladım' dedim. Bana dönüp dedi ki 'Hoca, sen anama babama bir Fatiha, üç ihlas oku ki ödeşelim.'
Hatırlayınca yine burnumun ucu sızladı. Dilimin ucuna Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın o meşhur mısraları geldi: 'Harabat ehlini hor görme zakir/ Defineye malik viraneler var.' İçim bir hoş oldu. Az önce aralarından sessiz sedasız geçtiğim o sarhoşlar içinde de kim bilir, ne defineler vardır. Keşke birazcık cesaret edip aralarına girebilseydim, birazcık sohbet edip hal hatır sorabilseydim. Muhabbetleri de güzel olur bunların. Yapamadım. Belki kendimi iyice hazırladığım başka bir zaman yaparım. Şimdi yolum uzun, vaktim dar. Kendimi toparlamaya, geriyi geride bırakıp önüme bakmaya çalıştım.
Karşıda Köprübaşı… Aralık 2020'deki 'Köprübaşı'ndan Aşağı Çarşı'ya' yürüyüşüm sırasında buraları uzun uzun yazmıştım. Karakoyun Deresi açıktan akardı o zaman. İki tarafındaki işyerlerinin kanalizasyonları bağlı olduğu için çok pis kokardı, esnafın attığı çöpler dolayısıyla da çok kötü bir manzarası vardı. Şehir merkezinin en büyük sorunlarından biri olarak kabul edilirdi. Bir gün olur da üzeri kapatılır mı diye hayaller kurulurdu. Ben de o çocuk aklımla, köprünün üzerinden belki de her geçişimde o manzaradan utanç duyar ve büyüklerimden duyduğum o hayallerin bir an evvel gerçekleşmesini isterdim. Bir gün geldi ve o pislik yuvası kapandı. Üzerine de şimdiki Karakoyun İş Merkezi yapıldı. İlk zamanlar iyi oldu diyordum. Hem o kötü manzaradan kurtulduk, hem de modern bir çarşıya kavuştuk. Fakat artık öyle düşünmüyorum. Her şey gibi ben de değişiyorum. Hele bu yürüyüşler şehre bakışımı çok etkiledi. Şimdi keşke o dere ıslah edilseydi diyorum. İki tarafı yemyeşil ağaçlandırılsaydı. Ortasından da Fırat'ın temiz suyu akıtılsaydı. Fakat mevcut haliyle ve günümüz şartlarında mümkün olmadığını düşünüyorum. En azından ben göremem. Fakat hiç olmazsa çocuklarım, torunlarım görsün istiyorum.
Bu Karakoyun Projesi yapılmadan, derenin kuzeyinde, az önce çıktığım birahanelerin karşı çaprazında birkaç katlı apartmanlar vardı. Bazılarında da pavyon ya da gece kulübü dedikleri içkili eğlence yerleri faaliyet gösterirdi. Köprübaşı taraflarında da vardı bir iki tane. Dış kapılarına zaman zaman dışardan gelen kadın şarkıcıların siyah beyaz posterleri asılırdı. Hacı Kamil Konağı o zamanlar Çiçek Palas Oteli idi. O kadınlar genelde o otelde kalırdı. Gündüzleri, bazen balkon veya pencerelerinde görünürlerdi. Yaz gecelerinde ise seslerini bütün şehir duyardı. Damlarda, tahtlarda yatarken rüzgarın etkisi ile dalgalanan sesler, bize o sırada en popüler olan şarkıları dinletirdi. Çoğu aşktan, dertten, kederden ve bir teselli olsun diye sığınılan içkiden, meyhaneden bahseden şarkılar. O yaşlarda bile, erkeklerin tuzağına düşen, şimdi de onların içki alemlerine meze olan o kadınlara acırdım. Bunda o kadınların hayatını bol bol işleyen Yeşilçam filmlerinin de etkisi olmuştur sanıyorum. 'Vesikalı Yarim' gibi.