M. Sarmış: İstersen Ankara'ya gidiş, daha doğrusu Urfa'dan ayrılış sebebinden de bahsedelim biraz. Gerçi niyetin vardı biraz, öyle biliyorum.
M. Kurtoğlu: Doğru. Daha lise yıllarından itibaren kafamda daima Urfa'dan gitmek vardı. Anlatmıştım. İstanbul benim için bir "rüya şehir"di. Urfa'da yaşamak istemiyordum. Babamın zoruyla gelip memuriyete başlayınca ister istemez kaldım. Fakat aklımın bir köşesinde hep gitmek vardı. O son olay da buna vesile oldu.
Kültür Müdürlüğünde kaldığım süre boyunca Urfa ile ilgili 27 yayın yaptık. Üç tanesi benim kitabım. Daha önce Urfa ile ilgili bir tane yayın yoktu. Kitaplarımdan biri "Kültür şehri Urfa" idi. Urfalı şair ve yazarlar hakkında bilgi verip şiirlerinden birer örnek eklemiştim.
M. Sarmış: Ben de vardım aralarında…
M. Kurtoğlu: Evet. Kendimle ilgili kısımda da "Feodalite" başlıklı şiirimi koymuştum. Basım sırasında hem Selami Bey, hem yayıncı, bu şiirin çok sert olduğunu, başka bir şiir koymanın daha uygun olacağını söyledi. Fakat ben bu şiiri daha önceki bir kitabımda (Çağa Küsen Leyla) yayınladığımı söyledim. Ayrıca Urfa Belediyesinin düzenlediği bir şiir şöleninde meydanlarda okuduğumu ve herhangi bir şey olmadığını belirttim. "Bizim coğrafyayı anlatan güzel bir şiir." dedim. Nihayetinde onları da ikna ederek kitaba koydum. Biliyorsun, Urfa kıskanç bir şehir. Kültürel derinliğimizi ve yaptığımız çalışmaları gören birileri herhalde düğmeye bastı. Önce Hizmet Gazetesinde Ömer Elçi üç gün üst üste o şiir aleyhinde yazılar yazdı.
Sonra GAP Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Kemal Kapaklı "Kimse devlet eliyle köylüye hakaret edemez. Bu kitabı Atatürk büstü önünde yakacağım." diye bir açıklama yaptı. Hakkımda bir linç kampanyası başlatıldı. Urfa kamuoyu ikiye bölündü. Hatta şalvarını puşusunu takıp müdürlüğün önünde nöbet tutarak beni tehdit edenler oldu. Dönemin valisi "İstersen sana koruma vereyim." dedi. Gerek görmedim. Tabii ben bu tür şeylere alışkınım.
GAP Gündemi Gazetesinde yazarken de bu kadar olmasa bile bazı tepkiler alırdım. Benim üslubum sert. Urfalı yazarlar gibi folklorik yazmıyorum. Tarih felsefesi yapıyorum. Sosyolojik okumalar yapıyorum. Yani şehir üzerine farklı bir şeyler söylemeye çalışıyorum. O yüzden birçok yazımdan dolayı telefonda veya dolaylı yollardan tehdit almışım. Yani bu ilk değil. Mesela "Harran Yıkılışların Başkentidir" diye bir yazı yazdım. Yine tehdit edildim. Aşiretlerle ilgili yazdım yine… Feodalite ile ilgili yine…
Bu şehir böyle yani… Türkiye'nin en geri şehri. En cahil şehri. En kültürsüz şehri. Ama kendi kendisini "biricik" gören bir şehir. Bu şehirde müthiş derecede "şehir sevicilik" diye bir olay var. Bunda folklorcuların günahı var. Bunu "şehir faşizmi"ne kadar ulaştırmışlar. Bunu yerli yabancı veya şehirli köylü anlamında söylemiyorum. Bir şehir neyse olduğu gibi anlatmak lazım. Şehir zaten bitmiş. Eğitim olarak, kültürel olarak dibe vurduğunu görüyoruz. Ama maalesef şehir kendinden razı. Aliya İzzet Begoviç diyor ki "İslam dünyasının geri kalmasının en büyük nedeni eleştirel aklı kaybetmesidir." Ben de bu şehirdenim. Bu şehri sevdiğim için bu şehre kafa yoruyorum. Yoksa beni ilgilendirmez. Şehrimi övdüğüm yerler de var. Yazılarımda özellikle eleştirel yaklaşmamın nedeni de sevmem. Şimdi diyorum ki, keşke hiç yormasaydım kendimi. Keşke hiç Urfa'ya girmeseydim. İnsan sevdiğini yalnızca övmez, yanlışını görürse uyarır da... Ben de şehri uyarmak için bu yazıları yazdım. Cemil Meriç'in her zaman söylediğim bir sözü vardır: "Uyuşuk toplumları ancak tokatlayarak uyandırabilirsiniz." Urfa uyuşuk bir toplum. Neden uyuşuk? Mesela Urfa İbrahimî diyorlar.
Oysa İbrahimî değil, tasavvufi bir şehir. Hatta bu tasavvufun içinde melametilik güçlü bir damar… Tasavvuf amacından saptırıldığında ruhbanlığa dönüşür. Urfa dini bağlamda ruhbanlığa, Urfa zevke gömülmüş. Urfa müzikle sarhoş olmuş bir şehir. Bana kalsa Urfa'da müzik ve sıra gecesini yasaklarım. Sadece insanların doyacak kadar yemek yemesini isterim. Müziği yasaklarım. Çünkü bu müzik bu şehrin morfini olmuş, eroini olmuş, esrarı olmuş. İnsanlar müzikle kafayı yemişler. Tekkedeki zikirlerini dahi müzikle yapıyorlar. Böyle bir şehir ruhban bir şehirdir. Bundan dolayı Urfa'nın bu mistik uykudan uyanması lazım. Bunun için de bu şehrin tokatlanması lazım. Bu şehrin uyarılması lazım. Bu şehrin eleştirilmesi lazım. Ki bir noktadan bir noktaya ulaşabilsin. Eğitimde 79. sıradasın. Kültürde dibe vurmuşsun. Böyle bir şehir gelişemez. Bugün Urfa çok zengin bir mirasın üzerinde oturmasına rağmen onu harekete geçirecek akıl ve iradesi yok. Çünkü eleştirel aklı kaybetmiş. Sarhoş bir adam veya hasta bir adam sağlıklı düşünebilir mi? Urfa'nın durumu da bu.
M. Sarmış: Fakat sonuç olarak o olay üzerine Urfa'dan ayrıldın. Ya da ayrılmak zorunda kaldın.
M. Kurtoğlu: Evet. Zaten gitmek istiyordum; olay üzerine mecbur kaldım.
M. Sarmış: Yıl?
M. Kurtoğlu: 2008. Evlendiğimin 10. yılında.
M. Sarmış: Pekâlâ! Senin Urfa ile ilişkin aşk ve nefret ilişkisi düzleminde gidip geliyor. Biz şimdilik Urfa'ya ara verip senin özeline dönelim. Kısaca askerliğinden bahseder misin? Ne zaman ve nerede yaptın?
M. Kurtoğlu: 1991-92 yıllarında 18 ay er olarak yaptım. Acemilik dönemi Antalya'da, üç ay. Usta birliğim de Kıbrıs'taydı, 15 ay. Kırklar Köyünde… Rumlarla temas hattındaydık. Çok rezil bir askerlikti benim için. Çok kötüydü, çok zordu. Bir gittim bir geldim.
M. Sarmış: Evliliğe gelelim. Senin gibi bir adamın evliliğini merak ediyorum.
M. Kurtoğlu: İmam olduğum için babam beni 18 yaşında, abilerimden de önce evlendirmek istedi. Ben evliliğe karşı bir adamım. Evlilik bana göre değil. Urfa'da olmasaydım evlenmezdim. 30 yaşına kadar direndim. Ancak o yaşta evlendim.
M. Sarmış: Yenge hanımın ismini de söyle.
M. Kurtoğlu: Selda Kafaf. 1997'de evlendik.
M. Sarmış: Üç çocuk var.
M. Kurtoğlu: İki kız, bir erkek… Evliydim, ama evliliğin çok farkında olan bir adam değildim. Haftada üç gece sıra dolaşıyordum. Dost bizi pazarda görsün niyetiyle evlenmiştim. Ankara'ya gittikten sonra evli olduğumu fark ettim. Çocuklar "Bir babamız olduğunu Ankara'da öğrendik." diyor.
M. Sarmış: Peki hanım da "Bir kocamın olduğunu Ankara'da öğrendim." diyor mu? (Gülüyoruz.)
M. Kurtoğlu: Aslında o da çok fark etmemişti. Ev hanımı olduğu için ev gezmelerine gidiyordu. Anasında, bacısında, teyzesinde, halasında filan. O da öyle… Evlilik bir gelenekti, yerine getirmiş olduk. (Yine gülüyoruz.)