M. Sarmış: Biz yine esasa dönelim. Urfa ile ilişkin aşkla nefret arasında. Hem seviyorsun, önemli bir şehir diyorsun, övüyorsun, hem de eksiklerini, yanlışlarını görüp kızıyorsun ve çok ağır bir şekilde eleştiriyorsun.  Şimdiye kadar çok konuştun, çok yazdın. Biliyorum dolusun, her konuda daha uzun uzun konuşabilirsin. Fakat oraya yeniden girmeyelim. Bize şöyle kısa bir tanımlama yapsan. Urfa'yı hiç bilmeyen birisi bize anlat dediği zaman, şöyle çok kısa olarak nasıl anlatırsın?
    
M. Kurtoğlu: Urfa kültürel derinliği olan, bu anlamda çok zengin bir mirası barındıran bir şehir. Tarihte parlak dönemleri olmuş. Ama şimdi o ihtişamlı günlerinden çok uzakta. Bu da bilgiyi, eleştirel aklı kaybetmesinden dolayı. İkincisi Urfa için hep "İbrahimî" derler. Ben buna katılmıyorum. Antik çağda şehirler bir tılsım üzerine kurulur. Bu tılsım, bazen su üzerinedir, bazen ateş üzerinedir, bazen rüzgâr, yani hava, bazen de toprak üzerinedir. Anasır-ı erbaa yani. Urfa tarih boyunca hep ateş ve su unsuru üzerinde çatışma halinde olmuş. Ama bana göre şehrin mantalitesini ateş kurmuş. Ateş de Nemrut'un simgesi. Zerdüştler Nemrut'u tanrı veya peygamber olarak görüyorlar ki Zerdüştlük büyük dinlerin en eski olanıdır. 

Bakıyorsun Urfa şehrini kuran, temelini atan Nemrut. Bir rivayete göre Babil Krallığının valisi olarak Urfa'da görev yapmıştır. Dolayısıyla bir şehrin kurucu unsuru, kurucu mantalitesi neyse fabrika ayarı odur, ona göre devam eder. Bundan dolayı, kim ne derse desin, Urfa'nın kuruluş mantalitesi, fabrika ayarları Nemrudî'dir. Ama bu Nemrudî mantaliteyi ortadan kaldırmak için İbrahimî bir müdahale olmuş. Tarih boyunca İbrahimî bir zihniyet inşa edilmek istenmiş. Bazen başarılı olmuş bazen bu zihniyet başarısız olmuş. Ateş ve su hep mücadele halinde olmuş, ama bazen su kaybetmiş, ateş kazanmış. Bazen ateş kaybetmiş su kazanmış. İbrahim öyküsünü iyi anlamak gerekir.  Ben şehre böyle bakıyorum.

M. Sarmış: Buna ek olarak, Ezelden Urfa'da "şahsiyetli şehir" ifadesi geçiyor. Onu açar mısın biraz?
    
M. Kurtoğlu: Bardağın dolu tarafından bakarsanız, tarihsel bazı refleksleriyle Urfa şahsiyetli bir şehir ancak boş tarafından bakarsanız, bazı refleksleriyle de şahsiyet problemi olduğunu görürsünüz. Bir defa şehrin kendi evlatlarına nahoş, başkasına hoş bakması problemli bir durumdur. Bunun psiko-sosyal analizini yapmaya kalksak şehir rahatsız olur. Zira şehirlerin de insanlar gibi bilinçaltı vardır. 

Bilinçaltının açıklanması insanı rahatsız ettiği gibi şehirleri de rahatsız eder. Bu yüzden şehrin şahsiyetli yönü üzerinde durdum. Zaman zaman bu şehir çok onurlu duruş sergilemiştir.  Şehrin şahsiyetli boyutunu Ezelden Urfa'da anlattım. Merak edenler oradan okuyabilirler.

M. Sarmış: Coğrafi konum da şehirlerin sosyolojik yapısı üzerinde etkili oluyor.
    
M. Kurtoğlu: Elbette. İbni Haldun'a atfedilen "Coğrafya kaderdir" cümlesi İbni Haldun'a ait değildir. O cümle Napolyon'un hatıralarında ve Tanpınar'ın mektuplarında geçer. İbni Haldun'un "Mukaddime"sinde "coğrafya-insan ilişkisi" diye bir bölüm vardır. Orada uzun uzun coğrafyanın insan üzerindeki karakterini anlatır. Mesela der ki sıcak iklimlerin insanları tembel, soğuk iklimlerin insanları çalışkan olur. Sıcak iklimlerin insanları korkak, soğuk iklimlerin insanları cesur olur. Dağda yaşayanlar sert, ovada yaşayanlar yumuşak olur. Böyle tanımlamalar yapar. Napolyon ve Tanpınar bunu "coğrafya kaderdir" diye özetlemişlerdir. Herkes bu veciz sözü İbni Haldun'a mal eder. Söz ona ait değildir, ama ondan ilhamla söylenmiştir. Şimdi Urfa'ya coğrafya kaderdir sözünden hareketle bakarsak; Urfa Fırat dolayısıyla doğal bir sınırda yer alır. Tarih boyunca devletler ve krallıklar bu doğal sınır üzerinde çatışmışlar.  Böylesine bir sınırda yer olan Urfa, konumu itibariyle ve tarih boyunca hep tampon şehir olmuş. Bir Perslerin eline geçmiş, bir Romalıların. Bir Sasanilerin eline geçmiş, bir Bizanslıların. Ta Osmanlı dönemine kadar şehir el değiştirmiş ancak sınır hep aynı kalmış. Bu durum Urfa'yı gelene ağam gidene paşam anlayışına zorlamış.  Yukarıda şahsiyet problemi dediğim olgu da işte burada ortaya çıkıyor. Örneğin Ortaçağ'da bir gecede İslam fethiyle İslam olan şehir, bir başka tarihte Haçlıların eline geçince Hıristiyan olabiliyor. Urfa, Osmanlıya kadar hep bu tedirginlik içinde yaşayagelmiştir. 
M. Sarmış: Fırat nehri doğal bir sınır; onun için Doğu ve Batı arasında sürekli el değiştirmiş; uzun süre istikrarlı kalamamış. 
    
M. Kurtoğlu: Evet. Dediğin gibi Fırat doğal bir sınır. Hatta antik dönemlerde bir hükümdarın veya komutanın büyüklüğü Fırat'ı kaç defa geçtiğiyle ölçülüyor. Üç defa geçenin şöhreti, iki defa geçenden daha büyük! Tıpkı Anadolu gibi Mezopotamya da sürekli hareketli bir coğrafya. Urfa da Mezopotamya'nın, el-Cezire bölgesinin en hareketli şehirlerinden biri.  Sahip olmak isteyeni, gelip gideni çok. O yüzden sürekli el değiştirmiş. Onun için bu şehir bir gecede Müslüman olmuş, bir gecede Hıristiyan olmuş, bir gecede kâfir olmuş. Bir bakıyorsun Müslümanlar almış, bir bakıyorsun Haçlılar almış, sonra İmadeddin Zengi zamanında yeniden Müslümanlar almış. 

Şehirlerin hayatında bunlar çok kısa süreler. Bu sürekli el değiştirme buradaki insanları mevcut şartlara uymaya ve tedirgin yaşamaya zorlamış. Zaman içinde bu toplumsal bir bilince dönüşmüş.  Mesela diyelim ki sosyolojik olarak Süryani, Ermeni. Müslüman yok. Müslümanlar fethedince, Hıristiyan halk vergi vermemek için bir gecede ben Müslüman oldum diyor. Topluca Müslüman oluyorlar. Bu tür olaylar Ortaçağda birçok yerde oluyor, ama Urfa'da daha sık oluyor. Bir gecede Müslüman olma, bir gecede Hıristiyan olma veya bir gecede Sünni olma, bir gecede Şii olma, bir gecede Yezidi olma, bu durum ta 1920'lere kadar sürüyor. Mesela 1896'da, 1915'te, Ermeni, Süryani, Yahudi unsurlar bir gecede Müslüman oluyorlar. Oysa din değiştirme bireyseldir. Toplumsal din değiştirme olmaz. Bir yerde toplumsal din değiştirme varsa, orada dinî bir sıkıntı vardır. Kişilik sıkıntısı vardır, şahsiyet sıkıntısı vardır. Mesela Osmanlı'da devletin vergi memurları Suruç'a geliyor. Suruç halkı vergi vermemek için Aynel-Arab (Kobani) tarafına geçiyor. Vergi memurları gidince yeniden bu tarafa geçiyorlar. Bunlar arşiv belgelerinde var. Bu yerleşik olmama da onların halet-i ruhiyesini, psikolojisini etkiliyor. Urfa'nın bu psiko-sosyal tutumuna dair daha çok örnek verebilirim. 

M. Sarmış: Dur şimdi, başımıza iş çıkarma. 

M. Kurtoğlu: Şahsiyetli şehir, duruşu olan bir şehirdir. Dininden, inancından, idealinden vazgeçmeyen bir şehirdir. Urfa'nın bu özelliğini de ortaya koyan birçok emare sayabilirim. Şehri tanımak anlamak için tarih felsefesi, psiko-sosyolojik yaklaşmak gerekir. Şehri iyi tanıyanlar ancak o şehri iyi yönetir, bayındır yapar. 

M. Sarmış: Anladığım kadarıyla Urfa-tasavvuf ilişkisini farklı yorumluyorsun.

M.Kurtoğlu: Evet, biraz öyle. Urfalıların çoğu Urfa'yı İbrahimî bir şehir olarak görür. Oysa Urfa İbrahimî değil, tasavvufî bir şehirdir. Tasavvufu da heterodokstur. Heterodoks kavramını da tırnak içinde kullanıyorum. Çünkü Türkçe anlamını kullanacak olsam belki rahatsız olurlar. Çünkü niye? Baktığın zaman bu şehirde tasavvuf Hıristiyan çileciliğinden, Harranlı Sabiilerden, Tahtacılardan, Kalenderîlerden müthiş derecede etkilenmiştir.

 Farklı inançlardan birçok ritüelin iç içe geçtiği kendine mahsus bir tasavvufi yapı ortaya çıkmıştır. Niçin İbrahimî değildir? Çünkü İbrahimî demek tevhidî akide demektir, şirk bulaşmamış demektir, La ilahe illallah demektir, Allah'ın birliğini aklıyla bulan şehir demektir. Ama Urfa'ya baktığın zaman her sokak başı tasavvufçulardan, tarikatlardan geçilmemektedir. Çoğu da Melami'dir.