M. Sarmış: 1960'ların başı. 27 İhtilali olmuş. Siz de çok dindarsınız. Sürekli namaz kılıyorsunuz. O yüzden olmuş olabilir mi?
Mahmut Apaydın: Belki de… Ondan sonra Lüleburgaz'a verdiler beni. Orada yazıcı oldum. Bölük komutanı beni çok seviyordu. Önceki yazıcılara göre işimi çok iyi yapıyordum. Aradaki aracıları çıkarmıştım. Yazıyı yazıp komutana imzalatıyordum. Çok beğeniyordu.

M. Sarmış: Sadece bir yıl okula gittiğiniz halde…
Mahmut Apaydın: Tabii. Ben kendi kendimi iyi yetiştirdim. Komutan İkide bir "Tahsilin nedir?" diye soruyordu. "Tahsilim yok." diyordum. Bir keresinde de "Cahil olmamak için okula gitmedim." dedim. O da hoşuna gitti. Bir şey daha anlatayım. Bölük komutanın imzasının aynısını atabiliyordum. Bayramda üç arkadaş Edirne'ye firar ettik. Üç tane izin kâğıdı yazdım, komutanın imzasını attım. Orada bizi jandarmalar yakaladı. İzin kâğıdımızı gösterdik, bir mesele çıkmadı. Bir sene sonra bir aylığına izine geldim. Yalnız izne ayrılırken deftere kurşun kalemle yazdım. İznim bittikten sonra dönünce de sildim. Böylece izin kullanmamış gibi oldum. O yüzden herkes 24 ay askerlik yaparken ben 23 ay yaptım.
Yazıcıydım, ama bölükte "baba"ydım. Askerlerin yarısı benden korkuyor, yarısı beni seviyor. Biri birine hakaret etmişse, mesela tokat atmışsa, gelip bana şikâyet ediyorlardı. İkisini da çağırıyordum. "Sana bir tokat mı attı." "He." "Sen de ona bir tokat at." Sonra "Sarılın bakayım." Sarılıyorlar. "Barıştınız mı?" "Barıştık komutanım." "Tamam, haydi gidin bakalım."

M. Sarmış: Evlilik konusuna gelelim.
Mahmut Apaydın: Askerden geldikten dört sene sonra evlendim. Hanımın adı Türkan. Annem gittiği bir düğünde görmüş. Babam babasını önceden tanıyor. Osman Rızvanoğlu. Tülmen'de oturup kalkıyor.
Ahmet Apaydın: Evleri de Karameydanı ile Yıldız Meydanı arasında bir yerde idi. Sol kolda Rızvan Ağa'nın bir evi vardı. Sonra orası pasaj oldu. Mehemet Hafız orada büro malzemeleri satıyordu.

M. Sarmış: Siz kızı daha önce gördünüz mü?
Mahmut Apaydın: Şöyle. Annem istedikten sonra bir gün, gece arkadaşları ile bizim dükkâna alış verişe geldiler. Baktım eli ayağı titriyor. Alış veriş yaptılar, gittiler.

M. Sarmış: Yani sizi görmek için geldi.
Mahmut Apaydın: Evet. Ben anladım o olduğunu.

M. Sarmış: Siz de ilk defa görüyorsunuz…
Mahmut Apaydın: Evet. Ben de ilk defa o zaman gördüm. Yalnız ben daha önce anneme görmeden olmaz dedim. İstemeye gittiğinde bir resimci gönderdim. Dükkânımızın karşısında fotoğrafçı dükkânı vardı. Dedim "Anamla beraber gideceksin. Kızın ayakta, otururken, profilden, sağdan resmini çekip bana getireceksin."

M. Sarmış: İzin veriyorlar mıydı o zaman? Şimdi bile vermezler öyle bir şeye.
Mahmut Apaydın: İzin verdiler. Fotoğrafçı da çekti, getirdi. Ben de gördüm, beğendim. Tam benim aradığım tipte. Tamam dedim. Dükkâna gelince o yüzden hemen tanıdım.
 M. Sarmış: Ben ilk defa duyuyorum böyle bir şeyi. Az değilsiniz abi. 
Mahmut Apaydın: Öyle oldu. Bir komşum vardı. Bana dedi ki "Gelini sakın köyden almayasın ha! Kızı bırakmazlar. Bu dayısıdır, bu amcasıdır, bu kardeşidir, bu bilmem ne parasıdır diye bir sürü para isterler, bir çuval para götürmen lazım. Onun için Urfa'dan alacaksın." 
M. Sarmış: Yani düğün Urfa'da olsun diyor.
Mahmut Apaydın: Evet. Ben de ısrar ettim. Dediler olmaz. "O zaman ben de evlenmekten vazgeçiyorum." dedim. Ondan sonra amcası oğlu, o da öldü Allah rahmet etsin, "Ben hallederim." dedi. Dedim "Öyle olmaz. Bir senet yaz." Yazdı. Senedi alıp cebime koydum. İşimi sağlama bağladım.

M. Sarmış: Düğün nasıl oldu peki? Davul zurna filan…
Mahmut Apaydın: Fazla bir şey olmadı.

M. Sarmış: Kaç çocuğunuz oldu?
Mahmut Apaydın: Toplam iki kızım, üç oğlum oldu. İlk çocuğum bir buçuk sene sonra oldu. Adını koymak için Nüfus Dairesine gittim. Çocuğun adını sordu. Dedim Muhammet Feyzullah Apaydın... Memur "Olmaz" dedi. "Niye olmaz?" "Olmaz." dedi. Dedim "O zaman şöyle yaz: "Corc Salamon Apaydın." "O da olmaz." dedi. "Niye?" dedim. Dedi "O gavur adı." Dedim "Müslüman adını kabul etmiyorsun. Gavur adını da kabul etmiyorsun." Çok sinirlenmişim, patlayacak raddeye gelmişim. "Senin müdürün nerede?" dedim. "Aha orada." dedi. Müdürün yanına gittim. O da bana aynı şeyi söylese artık tokatlayacağım. "Senin memurun Muhammet Feyzullah adı için olmaz diyor." dedim. "Nasıl olmaz yav?" dedi. "Senin emrin olur. Git söyle müdür dedi ki "Vatandaş ne diyorsa öyle yaz." Benim duruşumdan, sesimden niyetimi anladı herhalde. Gittim, dedim. O da yazdı. Sonra bir kızım oldu, adını Semra koydum. O sırada anam Hicaz'da idi. Haber gönderdi, "Adını Semra koy." dedi. Ben de öyle yaptım. Üçüncü çocuk kız oldu; anamın anasının adını koydum; Behiye. Sonra bir oğlum oldu; ona da anamın babasının adını koydum; Bilal. Sonra bir oğlum daha oldu. O sırada Menzil'e gidip geliyordum. Şeyh Muhammed Raşit'e sordum. Biraz düşündükten sonra adını "Medeni" koy dedi. Yani vahşinin tersi. Öyle yaptım. Beşi de yaşıyor.

M. Sarmış: Kaç torun var?
Mahmut Apaydın: Şu an 11 torun var. Torunumun çocuğunu da gördüm. Eğer ölmezsem birkaç sene sonra torunumun torununu da göreceğim inşallah!

M. Sarmış: Maşallah! Halk arasında bir söz var; torununun torunu gören cennete gider diye…
Mahmut Apaydın: İnşallah!

M. Sarmış: Bu arada siz Rufaisiniz, ama bir yandan da Menzil'e gidiyorsunuz.
Mahmut Apaydın: Daha önce Kasrik'e gittim. Bitlis'in bir köyü. Muhammed Raşid'in babası sağken. Sonra Menzil'e geldiler. Oraya gitmeye başladım.
M. Sarmış: Onlar Nakşi… Siz Rufaisiniz. Nasıl oluyor?
Mahmut Apaydın: Şöyle oluyor. Ben Rufai olduğum için o tarikata girmedim. Ama arkadaşlarımın çoğu gidiyordu. Aralarında Şeyh'in bazı vekilleri de vardı. Ben tarikata girmek için değil, arkadaşlarımın hatırına, sırf görmek için Menzil'e çok gidip geldim. Doğrusu her şeylerini de beğendim. Ancak Anavatan Partisi'nin iktidar olduğu yıllarda, yılını tam hatırlamıyorum, bir gün Urfa'da Anavatan Partisi'nin otobüsünde Şeyh'in çocuklarını görünce çok şaşırdım. Dedim "Erbakan'ın partisi varken başka partiye meyledilir mi?" O andan itibaren onlardan koptum. Daha da Menzil'e gitmedim.
Ahmet Apaydın: Ben Abdülkerim amcamdan sordum. O sırada amcam benim dükkânımda idi. Yetkin Pasajında. Muhammed Raşid'in babası Abdülhakim daha hayatta idi. Birkaç tane vekili vardı. Yanıma geliyorlardı. "Sen tövbe almış mısın?" diyorlardı. Davet ediyorlardı. Ben Rufaiyim. Ama işim çok yoğun olduğu için zikirlere, sohbetlere pek gidemiyordum. Amcama dedim ki "Menzil diye bir köy var, Adıyaman'a bağlı. Bir tane şeyh gelmiş, Abdülhakim Erol diyorlar. "Seyda" diyorlar. Urfa'da birkaç tane vekili var; gelip tövbe aldırıyorlar. Nedir bunlar? Haklarında bilgin var mı?" Amcam karşımda oturuyordu. Başladı düşünmeye. Bir beş dakika kadar bekledim. Sesi çıkmayınca, unuttu herhal diyerek hatırlatayım dedim. Dedim "Ammo, bir şey söylemedin." "Ne söyleyeyim?" dedi. Kıyamet alameti." Aynen böyle. Öyle deyince, ben içimden kararımı verdim. Yine gelip de tövbe almaya davet ederlerse kabul etmeyeceğim. Dedim ki "Ammo bana bir vazife ver." Yine böyle bir dakika kadar düşündü. Sonra dedi ki "Oğlum, senin vazifen, namazı terk etmemek, gıybet etmemek, kimsenin aleyhinde konuşmamak. Senin vazifen bu. Senin yükün ağır. İşin zor."

M. Sarmış: Ahmet abi evlenince ayrı eve çıkmış, ayrı dükkân açmış; ama siz evlendikten sonra da babanızla beraber çalışmaya devam ediyorsunuz. Bu beraberlik onun vefat ettiği tarihe kadar mı sürdü?
Mahmut Apaydın: He ya!
Ahmet Apaydın: Ben 1967'de ayrıldım. Neden? Yüküm çok ağır olduğu için birçok şeyi terk ettim. Mesela İngilizce öğrenmeyi… Mahmut evlenecek diye seneliği 1800 liraya ev tuttum. Benim Yetkin Pasajındaki dükkânımın senelik kirası 6 bin liraydı. Benim karşımdaki, Bakır Yavuz'un kitapçı dükkânını biliyor musun, aha o dükkânın mülkü 18.500 liraya satıldı. Abdülkerim amcama da ben kendim bakıyorum. Hanımı ve beş çocuğuyla beraber. Onlara da 1500 liraya ev tuttum. Onu da şöyle anlatayım. Dükkan açacağım zaman Diyarbakır'a gittim. Orada teyzelerim ve dayılarım var. Onlardan yardım istedim. Borç yani. Müsait olunca geri vermek üzere… Kiminden bir çift bilezik aldım, kiminden bir altın aldım, kiminden bin lira aldım. O sırada Abdülkerim Amcam Siirt'te idi. Batmıştı, bitmişti. Ben Diyarbakır'da iken babam dayıma bir telgraf çekiyor. Diyor ki "Ahmet'e söyle, gitsin, amcasını alsın, gelsin." Bunun üzerine kalkıp Siirt'e gittim. Buna duyan amcamın oradaki tarikat arkadaşları beni çağırdılar. Şeyh Musa diye biri dedi ki: "Sen amcanı götürmeye gelmişsin. Onu bize bağışlayın. Hiç merak etmeyin. Her şeyi bize ait." Falan filan dediler. Dedim ki "Bu sizin söylediklerinizin hepsi çok iyi güzel. Siz baş tacısınız. Ancak sizden sonra sizin çocuklarınız sizin gibi davranırlar mı? Bu benim amcam. Ben aç kalırım, onu aç komam." Birbirlerine baktılar, dediler ki "Tamam." Bir kamyon tuttum. Amcamı, ailesini bindirdim, eşyalarını yükledim. Urfa'ya getirdim. Onlara ayrı bir ev tuttum. Onlara da ben bakmaya başladım. Ama amcam da gelip bana yardımcı oluyordu.

M. Sarmış: Vefat edinceye kadar böyle mi devam etti?
Ahmet Apaydın: Evet. Amcam vefat edince hanımı ve çocukları Siirt'e gitmek istediler. Bir kalfamız vardı; o geldi dedi "Bunlar Siirt'e gitmek istiyor." Orada babalarının evi var. Kalfaya "Ne yapalım? Bunlar böyle bomboş gidip ne yapacaklar?" dedim. "Kendilerine bir şeyler ver." dedi. Düşündüm, düşündüm. Yüz bin lira para verdim. Ne demek yüz bin lira? 1974 yılında Bahçelievler'de 77 bin liraya bir daire aldım. Onlara 100 bin lira verdim. 

M. Sarmış: Bir daire parasından daha çok.
Ahmet Apaydın: Evet. Alıp gittiler. Sonradan İstanbul'a göçtüler. İstanbul'da da amcam oğlunun bir evi vardı; ona yerleştiler. Sonra amcamın hanımı da vefat etti. Çocukları orada kaldı. Yani anlayacağınız benim o sıralarda yüküm çok ağırdı. O yüzden çalışmaktan başka bir şeyle çok uğraşamadım.