M. Sarmış: Mahmut abi Hacc'a ne zaman gittiniz? Kaç kere gittiniz?

Mahmut Apaydın: Üç defa Hacc'a bir defa umreye gittim. Hacc'a ilk defa tek başıma gittim. İkinci ve üçüncü defa annemle beraber gittik. İkisi de kara yoluyla. Umreye ise hanımla beraber ve uçakla gittik. İlkinde kasap olarak gittim. Tek başıma… Senesini hatırlamıyorum. Pasaportumu çıkardım. Ancak o yıl bazı kasaplara izin çıkmadı. Ben de onlardan biriydim. O zaman arkadaşlara dedim ki "Bundan sonra biri gelip kolumdan tutar ve seni Hacc'a götüreyim" derse giderim, yoksa gitmem." Bu arada herkes bir senelik pasaport çıkarırken ben iki senelik çıkarmıştım. Ertesi sene oldu. Bir arkadaş gelip kolumdan tuttu, dedi "Geçen sene bir şey söylemiştin." Dedim "Ne söylemiştim?" Dedi "Biri gelip kolumdan tutar ve seni Hacc'a götüreyim" derse giderim, yoksa gitmem." demiştin. Dedim "He öyle söylemiştim." Dedi "Tamam, gidiyorsun." Öylece gittim. Kasap olarak… Özel şirketle… Bir otobüsle gittik. Herkes kasap. "Her gün kesimhaneye geleceksiniz." dediler. Gittim. Deri soydum. Kasaplık tecrübem yoktu, ama çok kolay oldu.

M. Sarmış: Kayda girmeden önce Hacc'daki bir sigara hatıranızı anlatmıştınız. 

Mahmut Apaydın: O ikincisinde oldu.

M. Sarmış: Bu arada sigaraya ne zaman başladınız?

Mahmut Apaydın: Çocuk yaşta başladım.

M. Sarmış: Babanız kızmadı mı hiç?

Mahmut Apaydın: Gizli içiyordum.

M. Sarmış: Peki, o hatıranızı anlatacaktınız.

Mahmut Apaydın: İkinci Hacc sırasında idi. Annemle gidiyordum. Yine kara yoluyla. Irak-Suudi hududundayız. Dedim "Suudi'ye geçince sigarayı bırakacağım."

M. Sarmış: Nasıl karar verdiniz o işe?

Mahmut Apaydın: Canım öyle istedi. Dedim bırakayım. Irak toprağında iken yanımda sekiz uzun Samsun sigarası vardı. Arkadaşlara dağıttım. Dedim "Sigarayı bırakacağım." "Bırakamazsın." dediler. Dedim "Bırakacağım." Suudi toprağına girince bıraktım. Orada bir ay kaldık. İçmedim. Dönüşte yine içmedim. Bir sene kadar içmedim. Ertesi sene yine Hacc'a gittim. Yine aynı yere geldim, yani Irak-Suudi sınırına. Bir arkadaş ne söyledi hatırlamıyorum, canım sıkıldı. Gittim bir paket sigara aldım ve yeniden içmeye başladım. O gün bugündür de içiyorum. Yani ömrüm boyunca bir sene sigarayı bıraktım.

O ikinci Hac sırasında Tünel Faciası oldu.

M. Sarmış: O zaman yılı belli. Tünel Faciası 1990'da olmuştu. Siz o faciaya şahit oldunuz mu?

Mahmut Apaydın: O sabah hocamız bize "Şeytan taşlamaya gidelim mi?" diye sordu.

M. Sarmış: Hocanız kim?

Mahmut Apaydın: Derviş Hoca. Dedi ki "Öğlenden önce gidersek sevabı çoktur, ama izdiham da çoktur. Bir taraftan sevap kazanırız, bir taraftan günah kazanırız. Öğlenden sonra gidersek sevabı azdır, ama izdiham yoktur." Biz dedik ki "Hocam sen bilirsin. Nasıl istersen öyle yapalım." O zaman dedi ki "Şimdi kahvaltımızı yapalım, öğlenden sonra gideriz." Biz daha kahvaltı yaparken 10-15 yaşlarında bir çocuk içeriye girdi. Dedi "Şimdi tünelde facia oldu. Anam öldü, babam öldü, dedem öldü. Ben biraz ezildim, ama kurtuldum." Çocuğun hali garipti. Sanki üç tane kuş ölmüş gibi anlatıyor. Dedim "Bu çocuk şokta." Yabancı bir çocuk. Biz de öğlenden sonra gittik şeytanı taşlamaya. Gece olunca, memlekettekiler duymuştur, bizi merak ederler diye telefon edeyim dedim. 100 riyala bir taksi tutup Mekke'ye gittim. Telefon kulübeleri çok, fakat her birinin başında kuyruk var, belki yüz kişi, iki yüz kişi. Herkes kendi yakınlarına telefon etmeye çalışıyor. Şoföre dedim, "Beni evine götür, oradan telefon edeyim, bir jetonla konuşurum, sana 10 jeton veririm." Dedi "Olmaz." 20, 30 jeton vermeyi teklif ettim, her seferinde "olmaz" dedi. "Kaç jeton istiyorsun?" dedim. Dedi "500". Ona da ben "olmaz" dedim. Dedim Mekke'ye en yakın vilayet hangisi?" Dedi "Taif." Dedim "Kaç kilometre?" Dedi "150 kilometre." "Taif'e çek." Dedim. 20 kilometre kadar gidince bir köye denk geldik. Önünde 10 tane kadar telefon kulübesi. Başında da kimse yok. Gece saat 3, 3 buçuk civarı. Tek tek kardeşlerimi, bacılarımı aradım, düşmedi. Sonra tekrar tekrar aradım. En son Ahmet abimi aradım. Düştü. Daha ben bir şey demeden "Sen ne utanmaz adamsın. Tünel faciası olmuş. Demiyorsun Türkiye'ye telefon edeyim." diye beni fırçalamaya başladı. "Yahu sen ne diyorsun?" dedim, "Memleket değiştirmişim size telefon etmek için." Neyse, uzatmayayım, durumu anlattım, iyi olduğumuzu söyledim. Taksiye binip geriye döndüm. Bu arada arkadaşlarım Derviş Hocaya demişler ki "Mahmut kayboldu." Hoca "Mahmut kaybolmaz." demiş. Ben gittiğim zaman şeytan taşlamaya gitmişler. "Derviş Hoca dedi ki "Ben size demedim mi Mahmut kaybolmaz." Çok göz açıktım, çok. (Gülüyor.)

Yine bir sene Hicaz'a gidiyoruz.
M. Sarmış: Yine ikinci Hac mı?

Mahmut Apaydın: Olabilir. Belki de ertesi sene. Otobüsümüzün üzerinde "Milli Görüş Urfa Teşkilatı yazıyor." Suudilerin kapıları kapatmasına iki saat var. 13'ü kadın, 20'si erkek 33 kişiyiz. O sırada bir genç geldi yanımıza. "Biz de Suudi'ye geçeceğiz, ama ayak bastı parası istiyorlar, paramız yok. Biz de Milli Görüşçüyüz." Dedim "Milli Görüşçü isen birkaç isim say bakalım; kimi tanıyorsun?" Başladı, "Necmettin Erbakan, Şevket Kazan, Süleyman Arif Emre…" Dedim "Yav bunları herkes tanıyor. Gazetelerde adları çıkıyor. Bana iki üç isim söyle; buradaki 33 kişinin de tanımadığı isimler olsun. Perdenin arkasında kimler var?" Dedi "Osman Tunç". Dedim "Tamam." Mısır'da tahsil görüyor şimdi. Dedi "Süleyman Mercimek." Dedim "Tamam." Dedi "Beşir Tarçın." "Tamam" dedim, "Daha fazla saymana gerek yok, bunlar yeter." Perdenin gerisinde oldukları için bunları herkes bilmez. Dedim "Ne kadar istiyorsun?" Dedi "400 lira." O zaman 400 lira çok para. Paramın üçte biri kadar. Biz de üç kişiyiz; ben, hanım, annem… Tuttum 400 lirayı verdim. Gitti, bir daha geldi. "50 lira daha lazım." dedi. Onu da verdim. Arkadaşlar dedi "Para öldü ha!" Dedim "Ölmedi. Saydıkları isimleri siz duymuş musunuz?" "Yok" dediler. Dedim "Bunlar Milli Görüş'ün kökündeki isimler." Neyse gittik, Haccımızı yaptık. Onlar beni arıyor, bulamıyor, ben de onları arıyorum, bulamıyorum. Bir türlü buluşamıyoruz. Dönüşe iki gün kala Milli Görüş binasına gittim, paramı aldım. Sanki bedava verdiler. Ertesi sene Ömer Balta Hacca gidiyor. Milli Görüş binasında Urfalıca konuşuyor. "Hele ordan biye bi çay getir!" Bunun üzerine benim o para verdiğim adam geliyor diyor "Sen nerelisin?" Diyor "Urfalıyım." Diyor "Mahmut Apaydın'ı tanıyor musun?" Diyor "İki saat evvel beraberdik." Uçakla gitmiş ya! Ömer Balta diyor ki "Bunun üzerine, yemek, içmek, kahve, çay, izzet, ikram… Senin orada nasıl bir şerefin varmış?" Dedim "Yav mesele böyle böyle." 

M. Sarmış: Ya! Bir iyilik nasıl birçok güzelliği getiriyor beraberinde… Bu arada Arapça biliyor musunuz? Arap kökenli olduğunuza göre…

Mahmut Apaydın: Evde anam babam hep Arapça konuşuyordu. Biz de başlangıçta Arapça konuşuyorduk. Çocukken çok iyi konuşuyordum. Sonra Türkçe öğrenmeye başladık. Okula gidince de iyice öğrendik. Bu sefer evde de Arapçayı bıraktılar. Anam babam yan yana geldiklerinde bazen Arapça konuşuyorlardı. Sonra yavaş yavaş, konuşmaya konuşmaya unuttuk. Sonraları Siirt'e amcamın yanına gittim, iki sene kaldım. Şu anda Arapça biliyorum. Arabistan'a gitsem karnım doyar. İngiltere'ye gitsem de karnım doyar. Çünkü İngilizcem de var. Fakat abimin Arapçası benden kuvvetli.

Ahmet Apaydın: Ben çocukken Türkçe bilmiyordum.

M. Sarmış: Elinizdeki notlarda "Meslekte bir numara" diye bir ibare var. Onu biraz açıklar mısınız?

Mahmut Apaydın: Kuruyemişçiliği çok güzel yapardım. İki tane "dört şeyim" vardı. Birincisi; "neyi, nerede, ne zaman, ne kadar alacaksın?" Az satılan şeyden az alacaksın, çok satılan şeyden çok alacaksın. Bir de nereden alacaksın? Mesela fındık alacaksan, Giresun'dan alacaksın. Çekirdek alacaksan, Trabzon'dan alacaksın. Yani ne, nerede yetişiyorsa oradan alacaksın.

İkinci şeye gelince; "aydınlık, temizlik, güler yüz ve dekor…" Dekora çok önem verirdim. Dekoratörler bile benim dekoruma hayran kalırlardı. Dekoratörlere derdim ki "Reklama verilen para reklam vermeyenin cebinden çıkar." "O nasıl oluyor?" derlerdi. Derdim ki "Bir adam çok alış veriş yapıyor. Niye? Reklama çok para veriyor diye. Diğeri reklama para vermediği için az alış veriş yapıyor."

Tabelacıya gittim, meşrubat koyduğumuz buzdolabının üzerine asmak için büyükçe bir naylon tabakanın üzerine "s" harfi ile başlayan 32 kelimeden oluşan bir reklam yazdırdım: "Size sevdiklerinize sezon süresince sürekli süper sağlıklı saf su süt soda sade sarı siyah serinleticiler sunuyoruz. Sıcakta serinde sağa sarkmadan sola sapmadan sevdiğinizi seçerek serinleyiniz serinletiniz. Saygılar sunarız. Selamlar." Her giden gelen okuyordu. Çoğu kimse de resmini çekiyordu.

Sonra sattığım her çeşidin üzerine illa ki bir vecize, bir söz, bir şiir yazardım. Mesela mısırın üzerine dedim ki "Güzel mısır./Patlat ısır./Çiçek açar./Sanma kısır." Urfalılar mısıra "darı" der. Darı üzerine de bir şiir yazdım. "Adı darı./Rengi sarı./Beyaz olur./Görse narı." Çok iri leblebi satardım. Onun da üzerine "Fındık değil leblebidir." yazmıştım.