Aşağıya doğru yürüdükçe kulaklarımın içindeymiş gibi akan şelale yaşadığım yamacın güney kısmında yer alıyordu. Birkaç kilometre sonra korkunç bir görüntü çıkar karşıma ve ben hızla uzaklaşırım vardığım noktadan.

Bizi buraya getiren hep ayaklarımın taşıdığı ağır düşünceler olur, farkına varmadan sesi takip eder ve beni, beni ve çekilmeyen iğrenç düşüncelerimin altında kıvranan ayaklarım hiç şaşırmadan beni gene güneye getirirdi. Bu ayaklarımın beni efkarlı saçma sapan düşüncelerden uyandırma biçimiydi. Sonra adam akıllı geri dönerdim evime. Yol kenarına dizilen sebzelerin, yolda yuvarlanan elmaların farkına varırdım. Daha önce üstüne basmış olduğum yaprakların sesiyle içimi bir huzur kaplar ve tekrar tekrar aynı şekilde ama koca bir hazla basardım toprağa. Beni bekleyen yollar daha da kıvrılır daha incelir ve etrafımdaki evlerin odalarını vanilya kokusu basardı. Birkaç evden dışarı sızmış bir kıvılcım arardım. Sonra şemsiyemi açar ve yağmurun yağmasını dilerdim…

''Artık pek birlikte yolculuk eden olmuyor'' diye düşünceli düşünceli mırıldandı iç sessim. ''Neden bilmiyorum ama. Belki de bu kahrolası dünyada herkes birbirinden korkmaya başladı.'' Aldığı cevapla geri çekildi, sanırım o da korkmaya başlamıştı. Budala Meg oysa defalarca işlerime karışmaması için uyarmıştım onu. Kötü niyetlerinden sıyrılmış ve yalnızlığıma eşlik etmek istemişti ama onun sandığı kadar hasta değilim başka bir kendime katlanamazdım. Karabasan gibi bir gelecek atmosferi başlayacakmış. Ne dediğini bilmiyor işte(!)

((Öhö öhö öhö)) tamam tamam haklıydı bu yolardan kaçıncı yürüyüşüm, sanırım yaşlanmıştım artık, en kötü dönemin en yaşlı ölüsü olacaktım. Bu yamacı kaçıncı inişim kaçıncı çıkışım. Kaç defa yolumu kaybettim.

((Oho oho)) diye gelen bir ses felaket canım yandı ne yapıyorsun Meg diye haykırmak istedim. İç sessim bile bana gülüyor yaşadıklarımı farkına varmam hoşuna gitti. Ya o htiğim acı, hastalığım sinsice ilerliyordu. Vücudum ise hala sapasağlam bu kehanetin içinde tutmuş sobayı tutuşturmaya çalışıyor. Gözlerim gün gittikçe görmüyor, masamın üstünde duranın ne olduğunu bile çözemedim.

''Mum ve sararmış işe yaramaz kitap yığını. Heey! sana söylüyorum ihtiyar gözlüklerini tak.'' Haklıydı Meg, teşekkür etmeme de gerek yoktu elimdeki odunu mu vursaydım kafasına ama o zaman, o zaman yaşayamazdım çünkü ben yaşlandıkça sistematik bir şekilde çalışan aptal bir makinaya benzemiştim. Çünkü dönem böyleydi ve zavallı çocuklar bile birer aptal yığınına dönüşmüştü herkesi yöneten bir şeyler vardı. İyi ki bir çocuk ve daha felaketi küçük otomatik torunlara sahip değildim. Aman Allah'ım düşünsenize ortalıkta uzaktan kumanda ile hareket eden bücürler. Oho oho oho, ahaa bizim Meg yine bastırdı kahkahayı keşke farklı bir gülme sesi olsaydı. İlerde seçeneklerde koyarlar. Ditt ditt diye sesler çıkar kolumuzdan veyahut kafamızdan ya da Meg'den gerçi Meg için bunu düşünmeliyim. Oho oho oho…

Öldürmekle görevlendirilen melek sanırım yola çıkmış beni arıyor. Daha önceleri adresimi kaybettiğini ve Allah'ın ona çok kızacağını zannederdim. Tabii yaşlılık işte arada bir uzaktan kumandamı kaybeder ve Meg'den uzaklaşınca böyle saçma sapan şeyler düşünebiliyordum. Masamın üstü hınca hınç doluydu defalarca okuduğum kitaplar, yırtıp atığım polisiyeler; yaşıma göre fazla güncel kitaplar okuyordum (Meg genç olmalı).

İnsan ölüme bu denli yakın olunca kitaplardan bile vazgeçebiliyordu. İnsanlar insanlardan korkuyordu bu tarih boyunca böyleydi ve bende taa gençliğimden bu yana sararmış bir yığın kitaba taktım kafayı. Onların kapı önüne takılmış ne zincirleri vardı ne de uzaktan kumandaları. Onlar bir ayağı kırık masanın üstünde, kafasının içinde olup biten konuşmalarla uğraşan yaşlı bir ihtiyarı bekliyorlardı ve bu bekleyiş onların son bekleyişleri oldu.