YEDİNCİ BÖLÜM

Ertesi gün 22 Şubat Salı Günü öğlenden sonra bu sefer tek başıma son defa Haleplibahçe'ye gittim. Sakıb Efendi'nin Köşkü'ne varmadan otobüsten indim. Ve hiç oyalanmadan yürüyüp günün en önemli durağı olan Haleplibahçe Mozaik Müzesine vardım.

Müzenin geçmişinden daha önce söz etmiştim. Büyük tartışmalar sonucunda burada 'Temalı Park' denilen bir projenin uygulanmasına karar verilmiş ve temelleri 14 Mayıs 2005 tarihinde devrin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından atılmıştı. 2007 yılında, hafriyat çalışmaları devam ederken, ortaya sonradan çok kıymetli olduğu anlaşılan mozaikler çıkmış, devrin yöneticileri, projenin devam etmesi için üstünü kapatmak istemişse de medyanın yoğun ilgisi dolayısıyla bunu gerçekleştirme fırsatı bulamamış ve inşaat çalışmalarını durdurmak zorunda kalmışlardı. Uzun bir bekleyişten sonra burada bir müze, daha doğrusu iki müze ve arasında da Arkeopark yapılmasına karar verilmiş ve mozaiklerin bulunuşundan tam 10 yıl sonra 24 Mayıs 2015 tarihinde bu tesislerin açılışı gerçekleştirilmişti.

Bazılarının uçan daireye benzettiği devasa bir daire şeklindeki Haleplibahçe Mozaik Müzesi, 6000 metre kare genişliğe sahip ve 82 metre çapında. Türkiye'nin kolonsuz geçilen en büyük yapısı. Burada ortaya çıkarılan mozaiklerin, M.S. 3.-4. yüzyıllara tarihlenen bir Roma/Bizans villasının taban mozaikleri olduğu söyleniyor. O mozaikler burada arkeolojik deyimle 'insitu' (bulunduğu yerde) sergileniyor. Fakat sadece onlar yok. Urfa'nın değişik yerlerinde bulunan birçok başka mozaik de buraya taşındı, 'ex-situ' sergileniyor. Osrhoene Krallığı dönemine ait Süryani karakterli mozaiklerle Roma İmparatorluğu dönemine ait mozaikler bir arada. Konu olarak da o dönemlerin inançları, mitolojisi ve sosyal hayatı işlenmiş.

Roma villası, müzenin tam ortasında. 'Amazon Villası' da deniliyor. Salon, odalar ve avlulardan oluşuyor. Girişin karşısındaki dikdörtgen planlı odanın tabanında 'Avlanan Amazonlar' mozaiği yer alıyor. Müzenin en meşhur mozaiği bu. 3x9 Metre büyüklüğünde. Fırat Nehri'nin orijinal taşlarından kesilen 4 milimetrelik renkli taşlarla yapılmış. Yunan mitolojisinde isimleri sık sık geçen kadın savaşçılar olan Amazonların mozaiğe resmedildiği bilinen tek örnek. Amazon kraliçelerinden dördü aslan ve leopar avlarken tasvir edilmiş. Kenar bordürlerinde, geometrik motifler, bitki desenleri ve bazı hayvan figürlerine yer verilmiş olup köşelerinde ise kamuoyunda 'Edessa Güzeli' diye adlandırılan masklar bulunmakta. Bütün bu özellikleri dolayısıyla bu mozaik işin uzmanlarınca dünyanın en kıymetli mozaiği olarak kabul ediliyor.

Müzenin bir diğer meşhur mozaiği ise Orfeus (Orpheus) mozaiğidir. Yakubiye bölgesinde yapılan kaçak kazılarda bir kaya mezarının tabanında bulunarak yurt dışına kaçırılmış, ABD'de Dallas Sanat Müzesi'nde sergilendiği tespit edilince resmi yollardan iadesi sağlanmış, bir yıl İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilendikten sonra 2015 yılında bulunduğu şehre geri getirilmiştir. Süryanilere ait olup M.S. 194 yılına tarihlenen eserde Yunan mitolojisinin önemli isimlerinden şair ve müzisyen Orfeus, yabani hayvanların ortasında lir çalarken tasvir edilmiştir. Üzerinde mozaiği yapan sanatçının (Bar Saged) adının da yazılı olması sebebiyle çok önemli bir parça olduğu kabul edilmektedir.

Müzedeki önemli mozaiklerden biri de villanın salon tabanını süsleyen dikdörtgen pano olup burada Troya Savaşı'nın kahramanlarından Aşil'in (Akileus) hayat hikayesi işlenmiştir.

Bir diğer önemli eser, villanın kurucu ve koruyucu tanrıçası sayılan Ktisis'in büstünün yer aldığı mozaiktir.

Dikkatimi çeken mozaiklerden biri de 'Hizmetkar ve Zebra Mozaiği'.

Müzede bunlardan başka çok sayıda mozaik yer almaktadır. Bazısı Haleplibahçe'de, bazısı Kızılkoyun, Eyyübiye, Kale Eteği ve Şehitlik'teki ev ve kaya mezarlarında, bazıları da ilin değişik yerlerinde bulunmuştur. Burada sergilenenlerin dışında da çok sayıda mozaik bulunmuş olup bir kısmı İstanbul müzelerinde sergilenirken bir kısmı kayıptır, bir kısmı da özel koleksiyonlarda yer almaktadır. Hatta Şehitlik Çamlık'taki gibi bulunup üzeri toprakla örtülenler vardır.

Girişteki görevlilerle görüştükten sonra müzenin kapısından girdim. Benden başka kimse yok. Kocaman bir dairenin ortasında tek başımayım. Çadır tipi tavanın dayandığı metal iskelet ve daireler şeklinde beyaz floresan ışıklar… Dıştan uzay dairesine benzese de içi insanı alıp tarihe götürüyor. Tabanda mozaikler, duvarlarda mozaiklerin en önemli ayrıntılarının kocaman resimleri. Kapının tam karşısında ise Urfalı Ressam Abdurrahman Birden tarafından yapılan Avlanan Amazonlar Mozaiğinin adeta bir duvar halısı gibi görünen, çok güzel resmi. 1500-2000 yıl önce yaşamış insanların el emeği göz nuru eserleri ve o eserlerden taşan mistik ve mitolojik hava beni hemen içine çekti. Yürüyüşlerim sırasında sık sık kapıldığım o gizemli hal hoşuma gidiyor. Zaman zaman tabanı cam döşeli gezinti yollarından, zaman zaman da aşağıya inip yerden yürümeye başladım.

Yine dış dünyadan kopup tarihe ışınlandım. Helenistik dönemin, Osrhoene Krallığının ve Roma İmparatorluğunun Edessa'sında dolaşmaya başladım. Eminim her şey bize anlatılanlardan ya da onların bizde oluşturduğu tasavvurlardan ibaret değildir. Herkes zengin değildir mesela. Yoksul semtler vardır, sefalet vardır. Kölelerin olduğunu zaten biliyoruz. Romalıların sefahate düşkün olduklarını da... Kibirli ve zalim olduklarını da… Şu villada onlar eğlensin diye kim bilir ne acılar çekti o zavallılar. Bir başka soru; hepsi nereye gitti o insanların? Bu soru her zaman gelir aklıma. O eski çağın her yerdeki diğer insanları gibi Urfa'da yaşayanlar da buhar olup uçmadı ya! Bir kısmı göç etse bile bir kısmı kalmıştır, soyları da sonrakilere karışarak bugünlere kadar gelmiştir… Keşke o bağlantıları ve nesiller boyu birbirine karışıp kaynaşmasını, değişmesini, dönüşmesini takip etme imkanımız olsa…

Öte yandan o dönem insanlarının sosyal hayatları ile beraber inançları da ilgimi çekiyor. İnançları ve onun etrafında oluşturdukları mitolojileri… Eski Yunan'ın, Roma'nın sayısız tanrısı, tanrıçası, yarı tanrısı, yarı tanrıçası, insanken tanrıya, tanrıyken ölümlüye dönüşen, kendi içinde karmaşık bir hiyerarşiye dönüşen mitolojik varlıklar… İnsan muhayyilesinin uydurduğu çeşit çeşit hikaye… İnsanı yüceltirken tanrılarını kendi seviyelerine indirmişler, insanın yaptığı her türlü kötü fiili tanrılarına, tanrıçalarına yaptırmışlar… Böyle bir inançla yaşamak nasıl bir şeydir acaba?

Kafam tarihin ve mitolojinin helezonlarında yüzerken müzenin her tarafını adımladım. Ufacık renkli taşlarla, adeta birer resim tablosunu andıran mozaiklerin yer yer zarar görmesine, yok olmasına da üzüldüm. Kim bilir burada ve daha nice yerde bunlara benzer, belki de daha kıymetli olanlar vardır diye de düşündüm.

Müzenin çıkışında ayrı bir bölüme Hz. İsa'nın başını gösteren küçük bir mozaik yerleştirilmiş. Paganizmden Hıristiyanlığa geçişin sembolü gibi duruyor. Diğer bütün peygamberler gibi Hz. İsa'nın yaşadığı dönemi de çok merak ederim. Bütün peygamberler gibi onu da çok severim, ancak Hz. İsa, ruhuma en çok hitap edenlerden biridir. Bunun sebebi onun yalnızlığı, acısı, çilesi midir? Belki. Hz. Peygamber'in devrini de çok merak ederim. Geçmişte birçok Müslüman gibi benim de aklımdan O'nun döneminde yaşamak, O'nu görmek arzusu çok geçmiştir. Ancak sonraları bu arzumu rahatça ifade edemez oldum. O devirde yaşayıp da O'na inanmamak, O'nun karşısında yer almak ihtimali beni korkutur oldu. Aynı şey diğer peygamberler için de geçerli tabii. Eskisi gibi olaylara hamasi duygularla yaklaşamıyorum, nefsimi temize çıkaramıyorum. Hani meşhur bir söz var ya; 'Kişi sınanmadığı günahın masumu değildir.' diye. Onun için, son noktada doğru bulmamakla beraber, inanmayanları da anlamaya çalışıyorum. Atadan dededen kalmış, hayatlarını, tasavvurlarını şekillendirmiş bir inançtan vazgeçip yeni bir dini kabul etmek o kadar kolay olmasa gerek. Bunu yapabilenler, inançlarıyla beraber rahatlarından vazgeçip yokluğa, acıya, çileye, işkenceye, ambargoya, sürülmeye, öldürülmeye razı olan insanlar gerçekten çok cesur insanlar, büyük insanlar.

Müzeden çıkmak, sadece bir binadan çıkmak değil; tarihin derinliklerinden, inancın ve mitolojinin, düşüncenin, duygunun, hayalin soyut dünyasından, bugünün somut dünyasına geçmekti. Gerçeğin katılığı adeta yüzüme çarptı, suni ve loş ışıklardan sonra güneşin çiğ ışığı gözlerimi kamaştırdı. Duygularım bir kez daha allak bullak oldu.

Kuzeye yöneldim. Karşıda Arkeoloji Müzesi bütün haşmetiyle yükseliyor. Aradaki alanın batısında Arkeopark park var. Kuzeyden güneye doğru döneminin mimari özelliklerini yansıtan yapı örnekleri kronolojik olarak sıralanmış. Okuduğuma göre bu yapıların içerisinde özellikle döneminin sanatını yansıtan turizm amaçlı imalatların yapılabileceği düzenekler bulunmaktaymış. Ayrıca kazı çalışmalarının nasıl yapıldığını, özellikle okul çağındaki çocuklara daha iyi anlatabilmek için deneysel arkeolojik alanlar oluşturulmuş.

Ben güneyden kuzeye, yani yakından eskiye doğru gezdim. Önde Urfa taşından iki katlı geleneksel bir Urfa evi. Taş işçiliğinin çok güzel bir örneği. Fakat damı yok, içi boş, kapısı kapalı. Gerçeklik duygusu vermiyor, maket gibi. Hemen sonra Roma dönemine ait koyu gri taşlardan örülmüş çatılı küçük bir yapı. Kapısının yanındaki siyah levhada 'Kemerli, tonozlu ve kubbeli yapım tekniğinin gelişmesi MÖ 30-MS 395' yazıyor. Doğrusu bende tarihi olduğuna dair bir etki bırakmadı. Roma mimarisi denilince aklıma hep beyaz taşlar geldiğinden midir, bilmiyorum.

Sonra diğer yapılar sıralanıyor. Levhalarındaki yazılar şöyle: 'Demir Çağı Karanlık Çağ MÖ 1100-330', 'Tunç Çağı bağımsız kent devletleri MÖ 3200/3000-1100', 'Kalkolitik Çağ ilk gelişkin köyler MÖ 6000-3300', 'Neololitik Çağ hücre planlı yapılar MÖ 7000-6000', Paleolitik Çağ kayaaltı sığınağı MÖ 1.1 milyon-10500'…

Doğrusu hiçbiri bende müzede gördüğüm gerçek ve canlandırma eserler gibi tarihi bir etki bırakmadı. Hepsinin kapısı kapalı. Buralarda o okuduğum 'Arkeopark' işlevine uygun çalışmalar yapılıyor mu, ne zaman ve nasıl yapılıyor, hiçbir fikrim yok. En son ve en eskisi olan 'kayaaltı sığınağına benzetilenin kapısına takılan beyaz boyalı demirlerin üst köşesinde genç sevgililerin isimlerini okuyunca gayri ihtiyari gülümsedim.

Daha sonra Arkeoloji Müzesinin doğusundaki devasa koridordan ilerleyip ön tarafına geçtim. Müzenin kuzeybatısında Fatih Sultan Mehmet İlkokulu var. Orası ilköğretim iken ve ben orada müdürlük yaparken doğusunda, müze alanın kuzeybatı köşesinde evler vardı. Köşede bir değirmen ve kuzeye bakan yol kenarında da değişik dükkanlar bulunurdu. Sit alanına yapılan bütün bu kaçak yapılar müze inşaatı sırasında yıkıldı. Şimdi orada muşamba malzeme ile kaplı çok büyük bir çadır var. Üzerinde 'Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı iletişim Başkanlığı Dijital Gösteri Merkezi' yazıyor. Alt tarafta ise '360 derece video deneyimi, video haritalama teknolojileri, üç boyutlu resim deneyimi, bilgi ekranı' gibi ibareler ve resimleri var. Müzeyle burası ilginç bir ikilik oluşturmuş. Bir yanda tarihi eserler, bir yanda bugünün ve geleceğin teknoljisi… Acaba içeriye girip ne olduğunu görebilir miyim diye etrafa bakınırken, içeriden çıkan genç bir güvenlik görevlisi, önce bugünün tatil günü olduğunu ve içeri giremeyeceğimi; sonra da sormam üzerine Türkiye'de Urfa dahil 14 yerde bu gösteri merkezlerinin olduğunu, buralarda her gün çeşitli konularda dijital eğitim verildiğini söyledi.