ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
M. Sarmış: Şimdi, önceki görüşmelerimizde bana anlattığınız konuya gelelim. Hani Halep'ten gelen, daha doğrusu getirilen bir kuyumcu vardı.
A. Ayoğlu: Bundan tahminime göre 80 sene önce Urfa'ya Halep'ten biri gelmiş. Adı Abdüsselam, sonradan Özbay soyadını almış. Biliyorsunuz eskiden arada sınır yoktu, oralar da Osmanlı toprağı idi. Abdüsselam Amca da Osmanlı vatandaşlarından biri imiş; sonradan bu tarafa gelmiş. Halamla evlenip eniştemiz olmuş. Biz kendisine yetiştik. Babacan, esprili, sevimli güzel bir insan. Kız kardeşi de gelin olarak buraya gelmiş; onların soyadları "Öğretmen"dir. Bu Abdüsselam Amca ile Osman Başbuğ bir olup Halep'e gitmişler.
M. Sarmış: Osman Başbuğ kim?
A. Ayoğlu: Osman Başbuğ dönemin ilk kuyumcularından. Abdüsselam Özbay ve Osman Bağbuğ bir olup Halep'e gitmişler ve oradan "Azra" adında bir kuyumcu ustasını Urfa'ya getirmişler.
M. Sarmış: Röportaj için ön araştırma yaparken internette bir habere rastlamıştım. Orada Kuyumcu İsa Cambaz adında bir meslektaşınız "Şanlıurfa'da kuyumculuk Ermeni bir ustadan kaynaklanmaktadır. Ustaların ustası olarak bilinen Ermeni asıllı Mahir, Alver ve Azra'dır." diyor ve onların yetiştirdiği geçen kuşağın tanınmış kuyumcu ustalarının isimlerini sayıyor. Aralarında babanızın ismi de geçiyor.
A. Ayoğlu: İsa Cambaz'ı iyi biliyorum. Doğru söylemiş. Ermeni isimlerinden Alver'in soyadı "Bahar"dır, yani Alver Bahar. O da iyi bir kuyumcu ustası imiş. Bir de Nesim Elfiye adlı bir Yahudi kuyumcu var. Sanıyorum o da Abdüsselam Özbay ve Osman Başbuğ ile ortaklık yapmış. Sonradan aralarında bir şeyler geçmiş olmalı ki ayrılmış. Gelip dedeme dert yanmış. "Damadın her şeyime el koydu. Elimden alet edavatımı aldı." demiş, mağdur olduğunu söylemiş. Dedem de bu yüzden dükkân açsın diye kendisine sermaye vermiş. Ama buna rağmen galiba başarılı olamamış. Dedem de alacağına karşılık kasasını almış. Çok antika bir kasası vardı. Bir ara hırsız girip kırdı diye atmak zorunda kaldık. Bu Nesim Elfiye'nin İstanbul'da bir oğlu varmış. Babam bir ara İstanbul'a gittiğinde onunla görüşmüş. Dediğine göre onun da durumu iyi değilmiş.
M. Sarmış: O da Suriye'den mi gelmiş, yoksa Urfa'nın yerlilerinden mi?
A. Ayoğlu: Bilmiyorum. Fakat esas sanatkâr olan Azra Usta. Babam diyordu ki Azra Usta hem mesleği çok iyi biliyor, hem çok temiz bir insan.
M. Sarmış: Azra, kız ismi. Ezra olması lazım. Belki Urfalılar Azra demiştir. Yahudi adıdır. Yahudi tarihinde Ezra diye geçen bir isim var. Önemli bir din adamı veya peygamber. Kur'an'ı Kerim'de de Uzeyir veya Üzeyir şeklinde geçer ki, Türkiye Yahudilerinde bu şekilde de isim olarak kullanılır. Hatırlarsanız Üzeyir Garih isimli Yahudi kökenli bir iş adamı vardı; 2001 yılında bir cinayete kurban gitmişti. Şimdi sizin bahsettiğiniz bu Azra veya Ezra Yahudi mi, Ermeni mi?
A. Ayoğlu: Kesin bilmiyorum. Babam derdi ki onların dininde, eşi ölenin yeniden evlenebilmesi için altı sene beklemek var. Araştırılırsa buradan çıkarılabilir.
M. Sarmış: Ben bakarım sonra, siz anlatmaya devam edin.
(Daha sonra bu konuyu biraz araştırdım. En son Harran Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi olan eski öğrencilerimden İsmail Asoğlu'na sordum. Doktorasını Urfalı gayrimüslimler üzerine yaptığı için bilebilirdi. Nitekim o da Azra/Ezra'nın Yahudi ismi olduğunu teyit etti. M. S.)
A. Ayoğlu: Birbirleriyle ortak olan Abdüsselam Özbay ve Osman Başbuğ, Halep'e gidip, oradan Azra Usta'yı Urfa'ya getiriyorlar ve yanlarında kalfa olarak çalıştırıyorlar. Adamın isteği üzerine, ya da haklı olarak şart koşmuş olabilir, eşini de getiriyorlar. Sermaye kendilerinden, üretmek Azra Usta'dan… O üretiyor, kendileri satıyor. Babam da sekiz yaşında iken eniştesi Abdüsselam Özbay'ın yanında çırak olarak kuyumculuğa başlıyor. Tabii kuyumculuk işini, yani üretimi Azra Usta'dan öğreniyor.
M. Sarmış: Azra Usta Urfa'ya ne zaman gelmiş?
A. Ayoğlu: Tahminimce, Babam 1928 yılında doğduğuna ve onun yanına çırak olarak girdiği zaman sekiz yaşında olduğuna göre 1936-37 yılları demek olur.
M. Sarmış: Madem konu babanıza geldi; o halde belli bir düzende devam edelim. Babanızdan önce dedenize gelelim. Adı nedir? Kimdir?
A. Ayoğlu: Adı Hacı Bedir. Milli Aşiretinden. Ben kendisine yetiştim. Öldüğünde 101 yaşındaydı. (e-Devlet'in soy ağacı ekranında doğum tarihi 1860, vefat tarihi 1963) Urfa'ya Viranşehir'den gelmiş. Geldiği yılı bilmiyorum.
M. Sarmış: Evli miymiş geldiği zaman?
A. Ayoğlu: Onu da bilmiyorum. Hakkında bildiklerimi şöyle söyleyeyim: Devrin zalimleri dedemin çok sevdiği bir komşusuna, kahvehanede, toplumun içinde çok eziyet etmişler. Saçını bıyığını kesmişler, başına eşarp örtüp kadın kılığına sokmuşlar. Eskiden maalesef her mahallede bir iki tane böyle zalim, çirkef adamlar veya aileler olurdu. Dedem de komşusuna yapılan bu hakarete dayanamamış, silahını çekip araya girmiş. Derken jandarma gelip, o zulmü yapanlara değil de dedeme müdahale etmeye kalkışınca dedem jandarmayı da dinlememiş, karşı koymuş. O günün şartlarında jandarmaya karşı koymak ne demek? Olay büyümüş. İstanbul'a aksetmiş. Sultan Abdülhamid dedem için idam fermanı vermiş. Bunun üzerine dedem kaçıp Harran'a gitmiş. Çok zengin olduğu için oranın ileri gelenlerinin kızları ile evlenmiş. Kendileriyle akraba olunca onlar da tabii dedemi muhafaza etmişler. Dedem uzun süre aralarında yaşamış. Sultan Reşat tahta çıkınca dedemi affetmiş. Dedem ancak ondan sonra Urfa'ya gelmiş. Attar Pazarı'nın oralarda bir dükkân alıp manifaturacılığa başlamış.
Dedem dindar adam, temiz adam. Cumhuriyet kurulunca Atatürk inkılaplarına karşı çıkıyor. Şapka giymemek için çok direniyor. O zaman inkılaplara uymayanları birbirlerini ihbar ederlermiş. Filanca şapka giymedi, falanca şöyle yaptı, böyle yaptı diye… Bu durumda kolluk kuvvetleri derhal gelip o kimseyi alır, eziyet edermiş. Dedem bunun üzerine dükkânını kapatıyor ve eve kapanıyor; kırk sene boyunca evden çıkmıyor.
M. Sarmış: Aslında evden çıkmasına engel bir durum yok.
A. Ayoğlu: Yok. Tamamen şapka ve pantolon giymemek için…
M. Sarmış: Ev nerede?
A. Ayoğlu: Kurtuluş İlkokulunun yanında. Bir saray gibidir evimiz.
M. Sarmış: Oraları çok dolaştım. Çok güzel evler var. Maalesef bir kısmı bakımsızlıktan yok oluyor. Siz o evi restore ettiniz mi?
A. Ayoğlu: Yok, maalesef etmedik. Son olarak içinde amcalarım yaşıyordu, öldüler. O günden beri öyle metruk halde duruyor. Ben son dönemlerine yetiştim dedemin. Artık iyice yaşlanmıştı. Bu yüzden pek sağlıklı bir bilgi edinemedik, hep yüzeysel bilgilere sahibiz. Sürekli evdeydi, dışarı çıkmazdı. Kıyafetini hiç değiştirmedi. Hep sakallı, uzun zıbınlı. Sürekli kitap okurdu. Babamdan duyduğuma göre Buluntu Hoca ile beraber Hacı Ramazan Efendi isimli bir âlimden ders almışlar. Sanırım Miftahizade Hasan Açanal Efendi de sınıf arkadaşları imiş. Bir oda dolusu kitabı vardı. Hepsi gitti. Bir kısmını Sabri Hocaya (Sabri Yazar) götürüp verdim. Keşke kalsaydı. (Ayağa kalkıp raftan bir şey getirip gösterdi.) Bu, dedemin manifaturacılık zamanından kalma arşını. Bakın üzerinde işaretler var.
M. Sarmış: Peki, evden çıkmadığına göre dedeniz geçimini nasıl sağlıyor?
A. Ayoğlu: Çok zengindi. Evimizin haremlik ve selamlık kısımları vardı. Selamlık kısmının kapısı vurulurdu. "Dedemizin ortakları gelmiş." derdik. Koyun tüccarları, kendir tüccarları… O zaman Birecik'te vatandaşlar kendir üretir, tüccarlar da satardı. Babam onlara sermaye verir, onlar da kazancın dedeme ait payını eve getirip verirlerdi. Biz gözümüzü açtığımızda böyleydi.