Sıradan bir insan dahi bir sorunla karşılaştığında ilk düşüneceği şey sorunun nereden kaynaklandığı olacaktır. Acilen yapılması gereken bir şeyleri can havliyle yapar. Lakin söz konusu sorundan ebediyen kurtulmak için onun sebebini bulmaya çalışır. Aksi taktirde o sorun nüksederek ortaya çıkar.
Mesela; oturduğu evi su bastığında kişinin ilk düşüneceği şey suyun nerden kaynaklandığını bulmak olacaktır. Suyu kaynağından kesmedikçe onu her gün tahliye ederek hayatına devam edemez. Nitekim bataklık kurutulmadan sivri sinekle mücadele edilemez.
Müslümanların yozlaştığını, İslami ahlak ve adaptan eser kalmadığını, menfaatin bir din gibi her şeyin önüne geçtiğini, bu kadar medrese, vakıf, dernek, cami, imam ve vaize rağmen durumun günden güne kötüleştiğini hep söyleyip dururuz. İşsizliğin, fakir-fukaralığın, açık-saçıklığın, faiz ve fuhuşun toplumu kemirdiğinden söz ederiz. İlk öğretim ve Lise öğrencilerin içine girdiği davranış bozukluğunu, sergiledikleri saygısızlığı, derse olan ilgisizliği, sigaradan tutun da türlü türlü madde bağımlılığını eğitim camiasından dinlediğimizde hayıflanmamak, üzülüp kahrolmamak mümkün değildir.Top yekun bir kıyamete doğru gitmekte olduğumuz herkesçe paylaşılan ortak bir kanaat halini almıştır.
Hal böyleyken inanmadığımız halde bir takım pansuman tedbirlerle sahili selamete çıkabileceğimiz tesellisine kanıp meseleyi kapatırız. Fakat şikayet ettiğimiz bu cehaletin, bu fakirliğin, bu yozlaşmanın, bu ahlaksızlığın nerden kaynaklandığını sorma yürekliliğini gösteremeyiz. Zira böyle bir soruya verilecek cevabın bize iş çıkarması, rahatımızı kaçırması kuvvetle muhtemeldir.
Kaldı ki sonuçlarla uğraşmak canımıza yetti. Bir asırdır ne cehaletin, ne fakirliğin ve ne de yozlaşmanın hakkından gelemedik. Aşevleri açtık lakin kuyruklar git gide uzadı. Yardım dernekleri açtık toplumun yarısı kütüklere ismini yazdırdı. İşgal, yıkım ve ateş altındaki İslam ülkelerinin birinden diğerine vuran göç dalgaları hepimizi sersem etti. Çünkü nedenini sormadık, sorgulamadık. Sebeplerini deşecek feraset ve cesareti gösteremedik.
Dahası; cehaletin sebebinin aslında laik eğitim sistemi olduğunu bilmemize rağmen söylemedik, söyleyemedik. Fakirliğin sebebinin faize dayalı kapitalist ekonomi politikası olduğundan adımız gibi emindik, fakat bunu haykıramadık. Yozlaşmanın sebebinin özgürlükçü ve liberal Avrupa değerleri olduğundan kuşkumuz yoktu, lakin seslendiremedik. Demokratik aile anlayışının aile hayatımıza ve huzurumuza kastettiğini bizzat yaşamamıza rağmen, itiraf etmedik, edemedik. Mevcut aile politikalarıyla kızlarımız ve eşlerimiz göz göre göre feminist olurken ses edemedik. Ta ki bu günlere geldik.
Laik Demokratik Cumhuriyet rejiminin belirleyici konuma taşıdığı özgürlükçü ve liberal Avrupa değerleri bireysel, ailevi ve toplumsal hayatı ifsat ederken biz seralar niteliğindeki medreselerimizle teselli bulduk. Yetiştirdiğimizi düşündüğümüz şakirtlerimiz seradan çıkıp gerçek toplumla tanıştıklarında doğal olarak afalladılar. Zira onlara aşıladığımız değerler hayatın hiçbir alanında mevcut değillerdi. Bir müddet sonra yasayla, kanunla topluma egemen olan Avrupa değerleri onları da kendine benzeterek yoldan çıkardı.
Bizde " Yahu bu adam böyle değildi " diyerek apışım kaldık. İslami cemaatler savunma pozisyonda, müntesibini hayata egemen olan münkerden / Avrupai değerlerden koruma stratejisi ile hareket ettiler. Edilgen bir tavır takındılar. Avrupa değerlerini hayattan kovacak ve yerine İslami değerleri egemen kılacak bir çalışma içine girmeyi hiç mi hiç düşünmediler. Avrupa değerlerine / münkere kaynaklık eden laiklik ve özgürlükçü düşünceyle mücadele etmeyi akıllarından bile geçirmediler.
Yetiştirdikleri şakirtlerine laik ve özgürlükçü düşünceye karşı aktif tavır alan, karşı koyan, didişen bir şahsiyet kazandıramadılar. Aksine Avrupa değerlerine entegre olmaya dönük bir kişilik kazandırdılar. Resmi eğitim politikamız zaten Avrupa değerleri üzerine kurulu idi. Ve işte geldiğimiz son nokta!
Nerdeyse her bireyi potansiyel bir suçlu, serseri bir mayın gibi olan bir topluma dönüştük. Ve işte değerleri dünyanın her tarafından aşağılanan ve hakarete uğrayan bir millet oluverdik. Dünyaya nizam veren bir konumdan izzet, namus ve şerefi düşman çizmeleri altında çiğnenen, ülkesi işgal edilen bir duruma düştük. Her İslam ülkesi kendi içinde bu çıkmazları yaşarken Hıristiyanı, Budisti, Hindusu, Rusu, Çinlisi, Yahudisi velhasıl her küffar yanı başındaki Müslümanın malına el koyup kanını heder etmektem geri durmadı.
İşte İslam'ın ilk kıblesi Kudüs! İsra ve Mi'rac mekanı, Allah'ın çevresini mübarek kıldığı kutsal belde! Kaç zamandır bu mübarek belde gerçek sahipleriyle birlikte kan ağlıyor! İnsanlığın yüz karası necis Yahudilerin postalları ile çiğnenen o mübarek mihrap, çığlık çığlığa Müslümanı imdada çağırıyor.
Şu birkaç soruyu sormanın zamanı gelmedi mi? Bu İsrail nerden çıktı? Nasıl çıkabildi? Acaba neyi kaybettik de en azılı düşmanımız Filistin topraklarını işgal edip orda bir terörist oluşum meydana getirebildiler? Bugün bir buçuk milyar Müslüman neden üç buçuk Yahudinin hakkından gelemiyor? Bu sorulara cevap bulmadan Kudüs kurtulur mu? Asla! Zira sebep ile çare yan yanadır. Sebebini bulan çaresini de bulur.
Bu soruların cevabı Sultan II. Abdülhamid'in Moşe Levi'nin şahsında Theodor Herzl'e seslenirken söylediği şu sözlerde gizlidir: Ülkemden bir karışlık toprak parçasının bile verilemeyeceğini çok iyi bilen siz Hahambaşı, nasıl oldu da Ülkemin Müslüman ve Hıristiyan alemlerinin gözlerinin üzerinde olduğu bir parçasına ilişkin benden böyle bir talepte bulunması için o adamı buraya getirebildiniz? Bu adamın talebinin yüzde birini bile kabul etseydim benim ve Ülkemin başına kim bilir neler gelirdi!
Evet Yahudiler Hilafeti ilga etmeden Filistin'i işgal edip İsrail Devletini kuramayacaklarını iyi anlamışlardı. Bu yüzden onu yıkmak için bütün güçleriyle çalıştılar. Yerli işbirlikçiler bularak Hilafeti yıkmayı başardılar. Bu gün de Mescidi Aksa'yı yıkıp yerine Kıral Davud'un heykelini dikmeye azmetmişlerdir. Görünen o ki; Kudüs'ü ve Filistin'i kurtarmak için Hilafeti yeniden ikame etmekten başka çare yoktur. Öyle ki; Emir sahibi olarak Halife İslam ordularını cihada çağıracak ve işte o gün Kudüs ile birlikte çiğnenen izzet, namus ve şerefimiz kurtulacaktır. O gün Şam, Bağdat, Kahire, Kabil ve Grozni de kurtulacak. Aksi taktirde onlar daha çok mihrap çiğner, Müslüman Filistin kardeşlerimizin kanına girer ve bacılarımızı tartaklayıp yerden sürüklerler. Bize de feryat ve figan etmek kalır.
Öyle ise neyi kaybedip de bu hale geldiğimizi hatırlamanın zamanı çoktan gelmiştir. O kaybettiğimizi ikame ettiğimiz gün Fecri Sadık'ın doğduğu gün olacaktır.