Küçük Prens adlı hikaye çocuklar için yazılmış bir kitap olarak bilinse de, bence daha çok büyüklerin okuması lazım gelir. Çünkü kitapta bir çocuğun dünyasında hayata bakışın, insanlara, olaylara bakışın sınırsızlığı görülür. Bir çocuğun dünyasında sözüm ona yetişkinlerin sergilediği basit tavırlar, dar kalıplar, küçücük dünyalar bir nevi gün yüzüne çıkartılır. Ne kadar basit, ne kadar sıradan bir hayat algımızın olduğu ifşa olur. Sürekli ve de hiç bıkmadan kendimize sınırlar çizdiğimizi anlar dururuz mesela.
Bu öyle bir sınırdır ki gitgide daraldığımızı anlarız o çemberde. Öyle bir hayat yaşıyoruz ki, sınırsızlık gelip geçmiyor bir türlü içimizden, onu anlarız. Hep duvarlar, sürekli duvarlar, önyargılar, kötü niyetler gelip geçiyor içimizden, onu anlarız. Bir karanlığın içinde saplanıp durduğumuzu, ruhumuzu bir karaltıdan çekip çıkaramadığımızı anlarız.
Ne yaşamak var halimizde, hayalimizde, tavrımızda; ne de yaşamak fiilinin o sonsuz derinliğinden en ufak bir kıpırtı, bir heyecan, bir bakış. Her şey alelade, basit ve sığ. Ve her şey bir derinliğin sonsuz uzağında kapana kısılmış.
Sürekli birbirimizle uğraşmaktan bir türlü geri duramadık ne hikmetse. Bir kişinin şekli, şemaili, yaşı, parası, kıyafeti, makamı o kişinin ruhundan, dünyasından, hayallerinden daha önem arz edip duruyor bizim için. Ne kendi hayatımızı ne birbirimizin hayatını anlamak, anlamlandırmak gibi bir gayemiz var. Kendimizce bir yaşamak tarifi çıkaramıyoruz ortaya. Bir yorum katamıyoruz hayata. Her şeyi taklit etmek, her şeyi olduğu gibi alıp kabul etmekle yüz yüze kalıyoruz sadece.
Hep düşünüyorum da neden böyleyiz? Sanattan, estetikten, zarafetten, şefkatten neden böyle alabildiğine uzağız. Hayatımızın, hayata bakışımızın temeline almamız gereken gerçekler neden yer almıyor dünyamızda. Neden sadece zarfa, kalıba, dışa odaklanıp durmuşuz. Hep kapının dışında dolanıp durmaktan vazgeçip ne zaman kapıyı çalarak içe, içeriye, kendimize, kalbimize girmeyi başaracağız.
Toplum olarak kırılıyoruz adeta. Bir saflaşma, bir sınıflaşma, bir öteleme, bir ötekileştirme almış başını gidiyor. Birbirimizi anlamak, dinlemek yok artık. Birbirimizi kırmayı çok iyi beceriyoruz sadece. Fikrimizi paylaşmıyor, düşüncemizi serdetmiyoruz. Bilakis birbirimizi kalıplara sokup bir hiç uğruna alabildiğine incitiyoruz. İnciniyoruz. İncinsen de incitme, kırılsan da kırma felsefesinden ne kadar da kolay uzaklaştık böyle.
Başa dönmeliyiz tekrar. Birbirimizi çıkarsız, nedensiz, karşılıksız sevmenin yollarını bulmalıyız. Kendimiz için istemediğimizi başkası için de istememenin o manevi olgunluğuna erişmenin derin hazzını yaşayarak yeni bir sayfaya adım atabiliriz. Yeter ki isteyelim, o iştiyak içinde olalım. Gerisi kendiliğinden gelir vesselam…