1 Mart Tezkeresine dönecek olursak; artık birçoğumuzun gördüğü bir gerçek var ki o da ABD imparatorluğunun gerilemeye başladığıdır. İkinci Cihan Savaşı'ndan sonra dünyayı süper güç olarak yöneten ABD artık tek başına hüküm sürecek kadar güçlü değil. Onunla en fazla mücadele eden devlet ise emperyalist tecrübesi, askeri ve ekonomik gücü olan İngiltere'dir.

1 Mart Tezkeresi dönemindeki refleksleri dört gruba ayırabiliriz. Bu dört grubun ikisi mill?, diğer ikisi gayri mill? idi.

ABD, Rusya-Çin-Hindistan bölgesinde asker ve üs bulundurmak amacıyla Afganistan'a savaş açmış sonra da Irak'ta Saddam'ı devirmek bahanesiyle Orta Doğu'yu kontrol edeceğini planlamıştı. Çünkü gerileyen imparatorluğunun yerini hemen ve hızla İngiliz 'sömürge unsurları' dolduruyordu. İngiltere, Irak Savaşı için kurabileceği en iyi tezgahı kurdu. ABD ile birlikte Irak'a girdi. Fakat ABD'nin verebileceği en büyük kayıp nasıl gerçekleşecekse ona göre plan yapması gerekiyordu. Savaş başlamadan önceki en önemli adım Türkiye'nin tezkereyi reddetmesi, savaştan sonraki hamle ise yerel direniş örgütlerini desteklemesiydi. Türkiye sınırlarını ABD askerlerine açmaz ve Amerikan ordusu kuzeyden bir cephe oluşturamazsa Irak'ın işgali zorlaşacaktı. Sonraki aşama işgal başarıya ulaşırken Irak'taki yerel direniş örgütlerinin ortaya çıkması ve Amerikan ordusuna karşı savaşmasıydı. Böylece Londra, ABD'ye askeri-ekonomik-sosyal birçok kayıp verdirecekti. ABD İngilizlerin bu stratejileri sonucu büyük sıkıntılar yaşadı. Bütün bu plan içinde İngiltere bir şeyden korkuyordu. Türkiye'den…

Londra'ya göre plan tıkır tıkır işleyecek, 2.Cihan Harbi'nden sonra kısmen kaybettiği devletleri tekrar ele geçirecekti. İsmet İnönü'nün Adnan Menderes'e iktidarı devri ne ise şimdi tam tersi bir durum yaşanacaktı. İngilizler bölgede ABD petrol şirketlerinin elinden yönetimi devralmaya hazırlanıyorlardı. Belki askeri darbelerle, belki ekonomik krizlerle, belki seçimlerle…

İngiltere gerek halkı örgütleyerek gerek kendisinin oluşturduğu teşkilatları organize ederek, gerek askeri darbelerle Irak'ta, Suriye'de, Lübnan'da, Mısır'da, Libya'da hakimiyetini kurmaya çalışıyordu.

"İngiltere sadece Türkiye'den korkuyordu." cümlesi önümüzdeki yüzyılın okunması için anlaşılması şart olan gerçeği ifade ediyor. 1 Mart Tezkeresi sürecinde, İngiltere tezkerenin meclisten geçmemesi için çok çalıştı. Kendisine bağlı basın-medya, lobiler-localar aracılığıyla Amerikan düşmanlığını körükledi. Tezkereye "hayır" diyenlerin bir kısmı elbette bunu dini-milli-ekonomik veya askeri sebeplere dayandırdı.

Bu süreçte dört grubun ortaya çıktığını söylemiştik, 1.Grup: ABD ile hiçbir şekilde pazarlık yapılmaması gerektiğini savunuyor, Müslüman bir ülkenin Müslüman bir ülkeye savaş açamayacağını söylüyordu. Onlara göre Türk Ordusu hiçbir şart altında kışlasından çıkmamalıydı. İşte bu grup İngiltere ile ilişkiliydi. Gayri Milliydi. 2.Grup: ABD ile pazarlıksız ittifak yapılmasını savunuyor ve her şart altında kuzeyden cephenin açılmasını savunuyordu. Yoksa ABD ekonomimizi batırır, kuzey Irak'ta Kürt Devleti kurar hatta Kürt vatandaşlarımızın yaşadığı toprakları da alıp bir büyük Kürdistan kurardı. İşte bu grup ABD ile irtibatlıydı. Gayri Mill?ydi. 3.Grup: ABD ile savaş şartlarının görüşülmesi gerektiği savunuyordu. Musul-Kerkük-Süleymaniye'nin kumandası bize verilir, ABD askerleri topraklarımızda uzun süreli konaklamamak üzere transfer edilebilirse Türk Ordusunun da kuzeyden yapılacak harekata katılabileceğini söylüyordu. Bu grup Mill? idi. 4.Grup: ABD ile savaş şartlarının görüşülmesine, pazarlık yapılmasına karşıydı. Amerikalıları güvenilmez buluyor, Amerikan askerlerinin Güneydoğu bölgesinden tek bir emirle transferinin çok zor olacağını düşünüyordu. 60 bin ABD askerinin bu sınıra getirilmesi her türlü operasyona açık bir durum olabilirdi. Onlara göre ABD ile Irak'a girilmemeli fakat Türk Ordusu kendi kararı ve zamanlamasıyla sınır ötesine geçmek ve Musul-Kerkük'e inmek üzere her an hazır bekletilmeliydi. Bu grup da Mill? idi. Sonunda 3. ve 4.gruptaki isimler İngiliz kartını bir koz olarak kullanıp ABD'yi taviz vermeye zorladılar. Kimi zaman bazı bakanların dilinden, kimi zaman muhalefet liderleri aracılığıyla, kimi zaman üst düzey komutanların sözleriyle tezkerenin geçmeyeceğini kamuoyuna açıkladılar. Amaç masada pazarlık yapan heyetin elini güçlendirmekti. Fakat alınan bazı tavizlere rağmen istenilen noktaya varılamamış ve tezkerenin reddedilmesi kararlaştırılmıştı. Washington oyalandı ve sonunda meclisten "hayır" kararı çıktı. Karar devlet kararıydı.

Yine bölgede iki denge vardı. ABD ve İngiltere. ABD, artık Türk Ordusunu sınırın güneyinde her ne şartla olursa olsun istemediğini söyledi. Süleymaniye'de askerimizin başına çuval geçirilmesi de bunun ilk mesajıydı. İngiltere ise Türkiye'ye çok farklı yaklaşıyordu. ABD'yi bölgeden tasfiye edeceğini biliyor fakat İstanbul'u yani Türkiye'yi kontrol edemeden bölgeyi yönetemeyeceğini biliyordu. Irak'ta direniş örgütleriyle ABD'yi mağlup etmekten daha zor ve daha önemli olan Türkiye'yi tekrar ele geçirmekti. Bunu başaramazsa Suriye'de, Mısır'da, Lübnan'da, Ürdün'de, Libya'da, Makedonya'da, Gürcistan'da, Saraybosna'da, Kosova'da, Ukrayna'da, Kıbrıs'ta kurulacak yeni denklemde İstanbul'un bir oyun kurucu olarak yer alması yeni yüzyılın en ciddi problemiydi. ABD'nin bu bölgede kullanabileceği tek kuvvet ordusu iken bölgede Devlet- Aliyye'nin çok derin ilişkilerle bağlı olduğu yüzlerce grup, aşiret ve teşkilat vardı. Londra işte bu yüzden İstanbul'u kontrol ederse bütün bir coğrafyayı elinde tutacağını yoksa Türkiye bağımsız hareket etmeye devam ederse ABD'nin Irak'ta yaşadığı direniş gibi bütün bölgede bir direnişle karşılaşacağını biliyordu. İngiltere gelecek yüzyıl için bir kadro yetiştirmişti elbet.

Onlar yukarıda söz konusu ettiğimiz 1. gruptu, işlevlerini yerine getiriyorlardı. Bunlar sadece Türkiye'de değil çevremizdeki birçok ülkede bekliyordu. Bunların yetersiz olduğunu gören Londra tezkereden sonra milli yapıdaki sivil ve asker isimlerden birkaç ismi devşirmezse Türk Ordusu'nun güneye ineceğini biliyordu. Yeni yönetimde hakim olmak için bu yapıdaki bazı kişilere tekliflerde bulundular.

Tezkerenin reddinden sonra birleşen 3. ve 4. grup bir devlet kararı almıştı. Gerekirse Kuzey Irak'a sınır ötesi operasyon yapılacaktı. Bu operasyonlar gerçekte Kürtlere ve Araplara karşı değil Amerikan ve İngiliz şirketlerineydi. Türk Ordusunun sınırlarından aşağılara inmesi İngiliz-İsrail ekseni ile ABD'yi rahatsız ediyordu. ABD'deki bazı lobiler, orduyu ellerinde tuttuklarını, bir yere kadar ve İngilizler ile rekabet adına Türkiye'nin güneye inmesine göz yumulmasını söylemişlerse de Amerikan petrol şirketlerini ikna edemediler. Bu şirketler artık Türkiye'de ciddi bir değişim yaşandığını, ordunun tamamıyla kontrol altında tutulamadığını biliyorlardı. 2005-2006 yıllarında 'ortak istihbarat paylaşımı, terör örgütleriyle ortak mücadele' gibi konularda ABD'nin yaşadığı gelgitler işte bu tartışma sebebiyle yaşandı.

2006 yılından sonraki süreci yeniden gözden geçirecek olduğumuzda çok büyük sıkıntılar yaşadığımızı, sanki Lozan öncesi kurulan tezgahın aynısını yaşadığımızı, suikastları, kutuplaşmaları, yoğun terör saldırılarını görürüz. Ermenistan'la görüşmelerin sürdüğü sıralarda Hrant Dink'in öldürülmesi, 2006'da Cumhuriyet gazetesine bomba atılması, 2003 yılında İstanbul'daki İngiliz Konsolosluğuna ve dev İngiliz bankasına, Neve Şalom ve Beth İsrael sinagoguna yapılan bombalama ve saldırılar İngiliz-ABD savaşının Türkiye'mizdeki yansımalarıdır.

Enerji kaynakları ve bunların taşınacağı hat üzerinde paylaşım yaşanıyordu ve Türkiye bu savaşın tam ortasında söz sahibi olmak istiyordu. (Bu günlerde; güneydoğudaki ilçelerde birden terörün artması, barış sürecindeyken kanlı terör eylemlerinin sudan sebeplerle yeniden başlatılması, Suriye ve Irakta iç savaşın yoğunlaşması bu kavganın devam ettiğini; bölge insanımızın, Türklerin-Kürtlerin ve Arapların bu savaşın yine mağduru olduğunu acıyla yaşıyoruz.) Çuval hadisesiyle verilen ABD mesajının kabul edilmemesiyle Dağlıca-Aktütün-33 askerimizin Bingöl yolunda katledilmesi ve Uludere olayı benzeri saldırılara muhatap kılındık. Bunlar bize 'sınırlarınızdan dışarı çıkmayın' mesajıydı…
Yukarıdaki bilgilerin çoğu bir 'Yakın Plan' yayını olan ve tarihçi-yazar Selman Kayabaşı ile O.Ertuğrul Bozok'un hazırladığı " Muhsin Yazıcıoğlu Suikastı" adlı araştırma kitabından alıntılanmıştır. Daha geniş ve ayrıntılı bilgi için ilgili kaynağı okumanızı tavsiye ederim.

Türkiye'mizin iç-dış siyasetindeki bağımsız ve onurlu duruşu halen devam ediyor. Bu duruş mill?dir. Tabi, Türkiye'mize ve bölge halkına dışarıda ve içeride saldırılar da devam ediyor. Ne ilginçtir ki birçok aydınımız, Anadolu'muza ve Ortadoğu'ya asıl saldırıyı yapan, paylaşım projeleri uygulayan, kavgayı körükleyen sömürgecileri ve onların petrol şirketlerini görmezden geliyorlar. Türkiye'nin onlara direnişini de görmezden gelerek mill? siyasetimizi acımasızca eleştiriyorlar ve suçluyorlar. Batı kaynaklı algı operasyonlarının etkisiyle ve eğitimiyle beslenmiş sömürge ülke aydınının güdük-köle ruhlu iddialarını ise hararetle savunuyorlar.

Dış ve iç politikamızda değişiklik yapılamasını, bugüne kadarki uygulamaların yanlış olduğunu söyleyenler ise ya konu hakkında gerçek bilgi sahibi değiller ya da bağımsız/tarihi/milli politikamızı bırakıp yine eskisi gibi İngiliz-ABD aklıyla düşünerek, yeniden sömürgecilere diz çökmemizi istiyorlar.