Mütevazı şartlara rağmen, yaşama sevincini etrafına aşılayan ve bir ışık gibi gözlerinde, halinde, tavrında taşıyan tam bir denge insanımız vardı. Bugün hasretini çekiyoruz. Hayat imkanlarımız, yaşama sebebimizi tahrip etmemeli. Bazen acılar içinde kaldığımız da olur. Yalnızlaşabiliyoruz da. Başarısızlığa uğramış gibi görünmemiz de mümkün oluyor. Fakat bilmeliyiz ki bunlar geçicidir. Dayanırsak kurtuluruz, çözülürsek kayboluruz.
Dindar toplumlarda etiket, diploma ve kariyer hastalık halini aldı. Müslüman'ız diyoruz, lakin bir gayrimüslim ile ayırt edici (alamet-i farikamız) yoktur. Al birimizi vur ötekine. Ağzı olan konuşuyor. Hatta dinledikçe, insanın hayret edesi geliyor, nutku tutuluyor. Acep ne derece doğru, kendi kendine soruyorsun. Uygulamaya, icraata iş gelince 'Takke düşüyor, kel tüm haşmetiyle sırıtıyor.' izde kalan (terk etmeyen) iz bırakamaz. Taklitçilikten gösteriş ve riyadan, maalesef kendimizi koruyamıyoruz.
İnsanda kalp denen organ Allah'ın nazargahıdır. Özde, izde ve sözde ne kadar samimiyiz? Amellerimiz, menfaatçi yaklaşım ve riyakarlıktan ne derece uzak? Söylem ve eylemlerimiz arasındaki açı uzaklığı ölçülebilir bir mesafede mi? İhlas, samimiyet O'na karşı sevdamız 'Bendini aşan sular gibi çeperlerini zorluyor mu?' yoksa şairinin deyimiyle: 'Başını taştan taşa ursan da Nezd-i İlahi'de bir karşılığını beklemek hayal olur.
Kendimizi hesaba çekmenin vakti geçiyor. Bugünler elimizde birer fırsattır. Ee, tabi imtihan dünyası, didinen kazanacak. Günü boş lafla, gevezelikle geçenler ise 'öküzün trene baktığı gibi' o hal üzre tamamlar vakt-i zamanını…
Kendimizi korumak lazım. Her halükarda önceliğimiz, O olmalı. İmkanlarımızı rızasına uygun değerlendirmek, bizden durumu daha kötü olanlara bakmak, ibadetlerimize sıkı sıkıya sarılmak, kısaca O'nunla kalkıp oturmak şiarımız olmalı ve olmak da zorunda. Zira 'keskin sirke küpüne zarar verir.' benzetmesini baz alırsak, bizi bekleyen 'asûde bahar mevsimimizi' yele vermiş oluruz.
Geçenlerde Dr. Sefa Saygılı'dan dinlemiştim:'30-35 yaşlarında, iki çocuğu olan bir hanımefendi muayenehaneme geldi. Biraz hoşbeşten sonra 'doktor bey' deyip söze başladı. 'Ben kocamdan boşanmak istiyorum.' dedi. 'Peki, sebebi nedir, seni sevmiyor mu? Yoksa sana iyi mi davranmıyor? diye sorduğumda dedi ki 'Hem seviyor hem de iyi davranıyor.
Yalnız gerekli elektriği kendisinden alamıyorum.' İtirafında bulununca doğrusu şoka girdim. Uzun süre kendime gelemedim.' Beyanında bulunmuştu. Eğer bu hanım kardeşimiz kendini koruyup, İslami kişiliğini kuşansaydı, teknoloji denen çağın veba hastalığına dûçar olup, 'güzelim yuvasını' dağıtır mıydı? Takdiri bu davanın şuurunda olan uyanık, samimi kardeşlerimin ferasetine havale ediyorum.
Ulema sınıfı ya da zümresi 'istisnaları tenzih ederim.' dünyevileşti. 'Olduğunuz gibi görünmeseniz, göründüğünüz gibi olursunuz.' misali dini aslına göre değil, imajı aslının yerine koyarak, yorumlamaya başladılar ki bu tamamıyla 'İslam dışı' bir yaşantıya sebep oldu. İslam'ı, yaşadığımız hayata birebir uyacak şekilde, anlatmaya devam ediyorlar. Zangoçla papaz meselesi gibi… Detayına girmek istemiyorum.
Çünkü gerçek İslam'ı (aslına uygun) anlatmak işimize gelmiyor. Burada 'üç maymun' oyunu da var. Bu zümreyi ihtiva eden (alim, abid, hoca, cemaat lideri, şeyh ve kendini dev aynasında gören cahil, riyakar Müslüman) tümünün katli helaldir. Sen kalk alim diye geçin, her gün bir TV ekranında arz-ı endam eyle ve bu dini hehû hevasına göre anlat. Vallahi anlattığınız din Allah ve Resullah'ın dini değildir. Yüzüstü cehennemi boylarsınız. Kulağı çınlasın İslam'ın yiğit evladı Oflu Hoca'nın…
Yahya bin Muaz'ın hitabını düşünelim: 'Ey İnsanlar! Görüyorum ki evleriniz Rum Kayser'inin evlerine, lüks hayranlığınız Kisra'nın tutumuna, servet peşinde koşmanız Karun'un anlayışına, saltanatınız Firavun'un saltanatına, nefisleriniz Ebu Cehil nefsine, gururunuz Ebrehe'nin gururuna, yaşantınız Sefihlerin yaşantısına benziyor.
Allah için söyleyin bana Ümmet-i Muhammed'den olanlar nerede?' Bu tespitler tam da hayatımızı içermiyor mu? Sebebi kim, çare nedir? Tabi bu yozlaşma, dinden uzaklaşmanın nedenini, tümden birilerine yükleyip, işin içinden sıyrılmak da sağlıklı bir değerlendirme olmaz. Bunun vebali hepimizi kapsar. Amma velakin işin gerçek yüzü müşahede altına aldığımız tespitlerimizdedir.
İsmi geçen bu mezkûr zevat kendilerini 'din görevlisi' sıfatıyla yaftalayıp dini tamamen içtimai hayatın dışına ittiler ki İslam'da 'din adamı' ya da 'din görevlisi' gibi tabirler yoktur. Bu tabirler Ehl-i Salib'in tabirleridir. İslam'da herkes dininin görevlisidir. İsteyen Seyyid Kutub'un İslam'da Sosyal Adalet isimli kitabına bakabilir.
Çareye gelince kısa tabirle 'LAF'tan (Lakin- ama -fakat) arınarak tam bir teslimiyetle İslam'a dönmektir. Parçaların ışığında bütün görülemeyeceği için, yabancılaşmanın gurbeti bizi bizsiz bıraktı.
Kendimizin dostu olmayı öylesine unuttuk ki düşmana ihtiyaç kalmadı. Bavulun kilidini kaybettiğimiz için, Efendimizin ifadesiyle, 'Öyle bir zaman gelecek ki kafirler leş kargaları gibi üzerinize üşüşecekler. Bunun somut örneklerine, özümüzden kopunca maruz kaldık. İşte günümüzdeki İslam coğrafyalarında akan Müslüman kanlarının ahvali.
Düştüğümüz yerden kalkmadıkça ve bu zihin karışıklığından da sıyrılmadıkça 'acaba'lar benliğimizi sarmaya devam edecek. Meydan hainlere kalınca, onlar da cibilliyetinin gereği, Müslüman mahallesinde, salyangoz satma yarışında boy gösterecektir. Hasılı kelam bize bazı haller oldu.
Hani iz'an, idrak etme, feraset sahibi idik? Olaylara nurla bakar, fasık, zalimlerin uydurduklarına inanmaz, araştırırdık. Bu hasletleri ceketimizin astarı içerisinde kaybettik.
Tek kelimeyle eyvah!…