Mustafa ARMAĞAN
Ramazan oğlu Hacı Bakır, muhtemelen bu yazıyı okuyana kadar ismini duymadığınız bir Çanakkale kahramanıdır ve o kahramanlar zincirinin yerin altına gizlenmiş bir halkasıdır. Bu yazı veya kazı işte o kayıp halkayı bulmak içindir, daha doğrusu kim olduğumuzu bulmak için.
Urfalı Göncüoğullarındandır. Göncüoğulları dediysem, dedeleri göncülükte 32 meslekten sorumlu bir Ahi şeyhidir. Debbağlık, keçecilik, kunduracılık, sayacılık, ma'reke (eyercilik) gibi 32 mesleğin sorumlusu olan ailenin silsilesi şöyle: Mehmet Göncü, İ. Halil Göncü, Şeyh Usta Ramazan, Hacı Muhammed, Hacı Yahya, Göncü Kadir. Hacı Bakır'ın hatıralarını yeğeni rahmetli Mehmet Göncü'ye borçluyuz.
1960'ların ortalarına kadar hayatta olan gazimiz Balkan Savaşı'ndan sonra geçtiği Çanakkale cephesinde gazi olmuştur. Sonrasındaki göz yaşartıcı sahneyi kendi ağzından dinleyip Çanakkale zaferinin millette nasıl bir şuur patlamasına yol açtığını idrak edelim:
'Savaşın ilk günleriydi. Düşman yeni yeni asker çıkarıyordu. Bir patates tarlasında çarpışma halindeydik. Düşmanla kıyasıya çarpışıyorduk. Kalçamdan yaralandım. Payamlı köyünden bir arkadaşım yaralandığımı görünce daha fazla hedef olmayayım diye beni ayağıyla bir çukura itip savaşmaya devam etti. Başımda duramazdı. Orada çaresizce bekledim yardımın gelmesini.
Askerlerimiz gelip beni kurtardı. Ortalık sakinleşmişti. Öleceğimi düşünüyordum. Aslında öleceğime üzülmüyordum. Ucunda şehit olmak vardı çünkü. İnanın ölen her arkadaşımız bizi karamsarlığa sokmak yerine daha çok savaşmaya teşvik ediyor, düşmana karşı daha çok bileniyorduk.
Gelibolu'da beni öylesine bir tedavi ettiler. O kadar çok yaralı var ki, hangi birine baksınlar. Üzerime bir battaniye örttüler, öyle yatıyor, bekliyorum.
Bu arada bir subay yanıma geldi ve Herkes savaşırken sen niye yatıyorsun, diye çıkıştı.
Savaşamayacak derecede yaralı olduğumu göstermek için üstümü açtım. Baktı. İlkin sustu. Sonra adamlarına emretti. Beni Hilal-i Ahmer (Kızılay) gemisine nakledip İstanbul'a götürdüler. Gemide benim gibi bir sürü yaralı vardı. Durumu benden daha ağır olanlara bakıp halime şükrediyordum.
İstanbul'a ulaştığımızda İçişleri Bakanı Talat Paşa gemiye çıktı. Birer portakal dağıttı. Bizi teselli edip gitti.
Ayağını kestirmeyen asker
Sonra bizi gemiden indirdiler. İki İstanbul beyefendisi beni bir faytonla Talimhane'deki Alman Hastanesi'ne götürdü. Orada tedavi ettiler. Üzülerek bakıyorlardı yüzüme, bense acıyla yaşamaya alışmış bir haldeydim.
Doktorlar ayağımı keseceklerini söylediler. Nasıl olurdu? Başka çaresi yok muydu? Kendilerine son bir ümitle:
Ayağımı kesmeyin, cepheye döneceğim, diyebildim.
Sözüm tesirli oldu. Bir gün ertelediler operasyonu. Düşüneceklerdi herhalde.
Ertesi gün ayağımın kesilmeyeceğini, ameliyat edileceğimi söylediler. Hem ayağımın kurtulacağına, hem de arkadaşlarımın yanına dönebileceğime seviniyordum.
Öğleye doğru ameliyat başladı. Ameliyat dediysem lafın gelişi. İki kişi kollarımı tuttu, bir kişi göğsüme oturdu. Narkoz, anestezi falan hak getire! Doktor fazla bağırmayayım diye cebinden bir mermi çıkarıp dişlerimin arasına koyup 'Isır' dedi…
Kendime geldiğimde ayağım sarılıydı. Birkaç gün hastanede yattım. Sonra heyet raporu geldi: Üç aylık hava değişimi vermişler.
Ayağı öpülecek gazi
Haydarpaşa Garı'ndan Halep trenine bindirdiler beni. Birkaç günlük bir yolculuktan sonra Halep'e indim. Beni Altunyan isimli Ermeni bir doktora götürdüler. Muayene edip bıraktı.
Tekrar yola çıktım. Mürşitpınar istasyonuna geldiğimde trenden indim. Koltuk değneğine tutunarak ilerlemeye çalışıyordum ki uzaktan bembeyaz bir at göründü. Dikkatimi çekti, atın kolanı çözülmüştü. İçimden:
Keşke süvari fark etse de, düşmese, diye geçirdim.
Uzaklaşan trenin düdüğü yanık yanık öterken beyaz atlı yanıma yaklaştı. Ne göreyim: Gelen babam değil miymiş? Meğer ben İstanbul'dan yola çıkınca, görevliler babama yola çıktığıma dair telgraf çekmiş. Telgrafı alınca babam her gün atla istasyona gelmiş, gitmiş. Bu üçüncü günmüş.
Ak sakallı babam atından inip yanıma geldi. Elini öptüm; gözlerimden, alnımdan öptü. Babam birden ciddileşti ve bana:
Hangi ayağın yaralı? diye sordu.
Elimle gösterince hiç beklemediğim bir hareket yaparak eğilip yaralı ayağımı öptüğünü gördüm. Ağlıyordu, ağlıyorduk.
Çok utandım. Baba yüreği, dedim içimden, evladının canının yanmasına dayanamadığı için ağlıyor sandım. Oysa ne kadar saf olduğumu babamın tokat gibi cevabını yiyince idrak ettim:
Utanma evladım, utanma. Senin bu ayağın gazi oldu. Vatan için, millet için, namus için, din-i mübin-i İslam için gazi olan bu ayağın hakkı benim babalık haklarımın önündedir. Ben senin ayağını öpmüyorum ki, milletin ayağını öpüyorum. Utanma!
Birbirimize sarılıp katıla katıla ağladığımıza ıssızlaşan istasyondaki güvercinlerin bakışı şahittir.
Cephede olmayan askerden utanan anne
Neyse, ata beraber binip eve geldik ki ev boşalmıştı. Benimle beraber dört kardeş askere alınmıştık. Kardeşlerimden Yahya, Kanal Harekatına sevkedilmişti. Muhammed Halep'te, Kadir ise Rakka'da görevliydi. Yalnız en küçüğümüz İbrahim Halil askerlik yaşına gelmediğinden evdeydi. Annemle, kardeşimle hasret giderdik.
Aradan bir ay kadar geçti. Evde dinleniyorum. Bir gün annem Hafize Hatun'un volta atar gibi gezindiğini fark ettim. Bu durum birkaç gün devam edince sormak ihtiyacını duydum:
Hayırdır aney (anne), dedim, niye sinirli sinirli geziyorsun?
Oğlum, dedi annem, konu komşunun yüzüne bakamıyorum. Mahallede eli silah tutan erkeklerin hepsi askerde, seni evde yatar görünce utanıyorum. Komşular Hafize'nin oğlu askere gitmemiş sanıyor.
Aney, hava değişimi sürem bitsin, gideceğim, raporum var elimde, diyorum, ama dinletemiyorum:
Rapor dediğin bir kağıt parçası değil mi oğul? diyor annem. Maşaallah elin, ayağın tutuyor. Gözüme mi inanayım, kağıda mı? Memleketin bu günlerinde senin cephede olman gerekiyor Hacı Bakır. Burada durman yaraşmaz bize.
Annem haklıydı. İyi kötü yürüyebiliyordum. Cephede, arkadaşlarımın yanında olmalıydım. Derhal askerlik şubesine gidip süre bitmeden Çanakkale'ye dönmek istediğimi söyledim. Şaşırdılar. Olmaz, dediler. Israr ettim. Dilekçe yaz o zaman, dediler.
Ancak dilekçemi yazıp kendi isteğimle gittiğimi belirtince kabul etmek zorunda kaldılar.'
Çanakkale zaferinin unutulmuş kahramanlarından Urfalı Ramazan oğlu Hacı Bakır'ın hikayesidir anlattığımız.
Anlatabildik mi sahiden? Hiç ruhumuz kamaşmadan anlatılabilir mi altın madenini andıran hatıraları ki her adımda göz kamaştırır.
Bilelim ki Çanakkale yalnız cephedeki kara yağız Hacı Bakır'ların değil, ak sakallı Ramazan ustaların da zaferidir. 1915 yılında oğlunun gazi olan ayağını öpen babanın millet şuurunu 84 milyona yayabilsek mesele o an halledilecektir zaten.
Kaynak: Ali Sözer, Şanlıurfa'nın Çanakkale Kahramanları, Yarımada: 2007, s. 65-69.