Savaşlarda yakıp yıkılan şehirlerin mimarîsi onlar için önem arz etmez. kendilerine ait olmayan tarihî, değerleri olan abideler-anıtlar önemli değildir. İbadethaneler, sıradan yerlerdir. Yıktıkları, bombaladıkları müzeleri önce talan ederler, sonra ortadan kaldırırlar.

Onlar, işgalci olma ruhunu geçmişten taşır, bunu fırsat buldukça gün ışığına çıkartmaya çalışır, bağımsızlık-özgürlük- demokrasi çığırtkanlığı arasında olanlar-bitenler, adeta gelecek bahara başka bir coğrafyada başka şehirlerin başında kopartılmak istenen fırtınaların, boranların, kasırgaların habercisidir.

Şehirlerde taş üstünde taş, beden üstünde baş bırakmayan anlayış ve bu anlayışın takipçileri, insanlık dışı muamelelerle kendi vahşetlerini çağın global dünya sistemi etiketi ile ört-bas ederken binlerce yıllık şehirlerin yapısı değiştiriliyor, binalar bombalanıyor, insanlar öldürülüyor, tarih adına, kültür adına, irfan adına ne varsa ortadan kaldırılıyor, fizikî tahribatla yetinnmeyenler, manevî alanda yıpratılmışlığı körükleyerek, ahlakî bozulmayı tetikleyen tarzda çalışmalar içine giriyor, silahı kendisi verirken, katliamları özgürlük şarkılarının gölgesinde, tınısında gerçekleştirip suçluyu o ülkenin medeniyet anlayışına, birikimine ustalıkla bağlamayı ihmal etmiyor.

Bu nasıl bir sistemdir ki dünya, elleri böğründe, çaresiz, olana ve bitene seyirci kalmakta, herkes sırasının geleceğini bile bile, suda haşlanan kurbağa misali tatlı bir uyuşukluk içinde kendisine çizdirilen ve kendisine inandırılan kader (?) anlayışına iman ediyor.

Kendilerine ait tarih önemlidir. eserlerin değeri parayla ölçülemez, ibadethaneleri her şeyin üstündedir, inanmamalarına rağmen. Kini, öfkeyi, vurmayı, kırmayı, parçalamayı, yıkmayı başkası için mubah görenler, kendilerine bunu yasaklatmış, kendi insanını yüceltirken, hem cinsi olan, dili farklı, inancı farklı, derisi farklı, coğrafyası farklı insanlığı nesillerine düşman belletmişlerdir.

Şehirlerin günümüzdeki imarına, nazım planına, şekillenmesine baktığımız zaman, dünle irtibatlarının ne derecede kopuk hale getirildiğini görmekteyiz. Binlerce yıllık insanlığın birikimi olan şehirlerde onlar için esas olan toprak olmuş kavimlerin bıraktıkları eserleri müzede sergilemedir.

Mevcut yaşantıda olanların mimarîsi kendileri için değerli değildir. Kendi inançları dışında bir inanca sahip olanların ne inancına ne de yaşantısına tahammülü olmayanlar, geliştirdikleri yeni şehir anlayışlarında üretimi ortadan kaldırıp insanlığı daima tüketime ve dolayısıyla çok üretip kazanarak ve başkasını üretim alanından silerek, devasa alışveriş merkezlerini zincir halinde insanın bulunduğu her yerde mantar gibi türeterek başkasını kendine bağlı kılma ameliyesini kutsamaktadır.

Şehirlerde üretimi ortadan kaldırıp tüketimi kamçılayan anlayış, köydeki nüfusu ilçelere, ilçelerdeki yığılmaları şehir merkezlerini yönlendirip, şehirleri cazibe alanı göstererek gerçekleştirmeyi düşündüğü planlamayı onlarca yıla yaymaktadır.

Reklamlarla, iletişim yollarıyla daima en iyisini kendisinin ürettiğini bilinç altına zerk eden anlayış, insanlıkta şuuru ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Zihnen kendisine bağladığı insanın ne içeceğine kendisi karar verir, ne yiyeceğini kendisi belirler, hangi müziği dinleyeceğini kendisi söyler, neyi giyeceğini kendisi saptar, bu alışkanlığa sahip kıldığı kuşakların kendilerine biatları kalıcıdır, ahtapot kolları misali sarıp sarmallanan insanlık, sadece kendilerine çizilen yolda mutlu olmaktan, tad almaktan başka hayatı biçimlendiremez, kendilerine verilen çerçeve içinde hareket eder ve hiç bir şeyi sorgulama zahmetine girmez, başkasının belirttiği düşüncelere muhalefet etmeyi insanlık için erdem bilir, vazife olarak bunu içtenlikle benimser.

Bu tarz kuşaklar için tarihî değerler, zaman galerisinde kitaplarda ismi yer almış, savaşmaktan kırmaktan başka işi gücü olmayanların çöplüğünde kıymetsizdir.


Bu tarz kuşaklar için ahlakî anlayış, mevcut olan jakoben anlayışın kendisidir. Haram ve helal arasındaki farkı bilmeyen, hayırla şerrin ne olduğunu anlamayan, yardımlaşmayı hayattan silen, sadece iyi bir yaşam adına çok zengin olmakla meşgul, başkasının duyduğu acılara, katlandıkları sıkıntılara, katliamlara sessiz kalan, kulak kesilmeyen, dünyevî-sekuller davranan kuşakların medeniyet adına bir kaygısı olamaz.

Biz, bu kuşağı, neden böyle oldukları için sorgulayamayız, böyle yetişen, yetiştirilen kuşağın medeniyet-inanç- tarih- mimarî-sanat, ahlak, sosyal değerler adına sahipleneceği bir şey yoktur. Körelmemiş kimi vicdanların arada bir tutan etik krizleri de sessiz çoğunluğu rahatsız etmesiyle demokratik tepki halinden öte mana taşımaz, anlam bulmaktan ötedir.

Teknolojinin gelişmesi ile kitabı hayattan çıkartanların bağımlı kılındıkları sanal ortam, kendilerine ne verilirse onu kabullenmeye hazır, ülke-vatan-toprak- egemenlik kavramlarına yabancı kimliklerin ortaya çıkmasına elverişli zeminler hazırlamıştır.

Kendi içinde kendisini kabul etmeyenlerin çoğunluk anlayışına tepkisi haline gelen demokratik anlayış, demokrasilerin de basın-yayın-iletişim ağını eline geçiren bu anlayışın birer tutsağı haline geldiklerini unutmamak gerekir. Kapital sermayenin dengeleri allak-bulak eden stratejileri, global anlayışın ve dünyanın eseridir. Onlar, tapındıkları gücün şovalyeleridir. Amaca ermek için herşeyin mubah görüldüğü günümüzde medeniyet anlayışı, kendilerine en büyük düşmandır.

Devam edecek