Günümüzde her şehrin tarihî değerleri, kültürel eserleri geç de olsa araştırılıyor, ele alınıyor ve gerektiği durumlarda kitaplaştırılıyor. Bu sebeple şehirlerin canlı hafızası diyebileceğimiz eserlerin dünden bu güne taşınan bilgileri, yarına taşınmaktadır, bir yönüyle.
Bir şehri merkeze alarak, konuyu ele alalım.
Diyarbakır'da bu tarz bir çalışmanın içinde olan biri sıfatıyla gereken ilginin ve alakanın olmayışı, şehrin tüm yönleriyle ele alınmasını güçleştirmektedir. Şehir konulu dört başı mamûr bir merkezin olmayışı, zaman içinde yayınlanan kitaplar yanında dergilerin ve gazetelerin de yitiklere karışmasına zemin hazırlayıcı olmaktadır.
Bir şehrin son yüzyıllık geçmişini, tarihî ve kültürel değerlerini bir araya getirmediğimizde yüzyıllar öncesine seyr û sefer etmenin manası söz konusu edilemez. Hemen tüm şehirlerin kendisini on plânda göstermek için yaptığı hamlelerin başında kültürel ve tarihî değerler önceliklidir.
Diyarbakır ile ilgili yerel basında yer alan haberlere bakıldığı zaman, "Diyarbakır Kalesi" burçlarıyla ve surlarıyla öncelikli yer kapsar.
Son kırk yılda burçlarla surlarla ilgili yayınlanan haberlere, yapılan açıklamalara, oluşturulan raporlara ve bir kısmına bizim de katıldığımız kimi toplantılarda alınan kararlara göre şehrin kalesinin onarımının bitmesi gerekirdi. Düşünülen bacasız fabrikalarla şehrin istihdam meselesinin çözümünün sağlanması gerçekleştirilmişti.
Diyarbakır Kalesinin burçlarıyla surlarının halen istenilen biçimde ele alinmayışının kimi haklılık arzeden sebepleri muhakkak vardır.
Bildiğimiz kadarıyla kaleme alınan kimi eserlerde kalenin burçları ve surlarıyla beraber halen isimlendirilmesinde " Diyarbakır Surları" şeklinde tanımlanması, şehrin kalesini surlara indirgemiş, bütünlüğünü gölgelemiştir.
Kalenin uzunluğu, ölçümlerimize göre 5.670- 5.700 metre arasındadır. Bu uzunluk, İstanbul ve Antakya Kalesi'nden sonra gelir. Hatta isteyen Doğu Karadeniz'de başka bir şehrin kalesini araştırsın.Diğer kimi kalelerdeki yıkılmış burçlar ve surlar sıralamaya alınmamış olsa bile, " Dünyada Çin Seddi'nden sonra ikinci sıradadır." Kaderindeki yanlışlığın akademik eserlere sıçraması, kitaplarda yer bulması, ciddî manada araştırmaların yapılmadığını göstermektedir ki kale ve sur farkını anlamamazlık, sonuçta sur ve sed arasındaki benzerliği olağan hale getirir.
Mevcud hali ile seksen iki burcunun bir kısmının yıkıldığı kalenin, İç Kale bölümündeki burçların hesaba katılmaması, ayrı bir gariplik doğurmaktadır.
Diyarbakır Kalesi ile ilgili yayınların azlığı, yapılan çalışmaların çoğunun makalelerle sempozyum bildirilerinde kalması ve dağınıklığı apayrı bir durumdur.
Burçlarda yer aldığı söylenilen, kitabelere ve mevcut kimi kabartma- rolyef çalışmalarına dayanılarak ifade edilen 12 Medeniyet izi, uygarlık söylemi üzerinde durduğumuzda şehirle ilgili hemen her kitapta, yayında ve konuşmada geçen " 33 Medeniyet" ifadesi, Çin Seddi ile karşılaştırılan surlar arasındaki zıtlığın çok ötesinde bir bilgi yanlışlığı ve bilgi kirliliğidir.
Diyarbakır, tarih boyunca Mezopotamya, Roma ve İslâm Medeniyeti üçgeninde değerlendirilmeliyken, şehirde egemenlik kuran imparatorluk, devlet ve beylik sayısına göre medeniyet tasnifine tabiî tutulması, bu
"33 Medeniyet" söylemini kalıcı hale getirmiştir.
Insanı, mimarî tekniği, musıkî şekli, giyimi ve kuşam biçimi olmak üzere geleneği-göreneği değısmeyen, sadece yönetimi el değiştirmiş şehirde her egemenlik kuran yönetimi birer medeniyet olarak değerlendirme oldukça yanlıştır.
Belirttiğimiz " Mezopotamya- Roma- İslâm Medeniyeti" üçgeni hem coğrafî hem tarihî hem inanç yönüyle ihtiyaca cevap verirken milletler üzerinden iddialar, yanlış sonuçlara vardirmaktadır.
639'da Müslüman Arapların şehri almasıyla birlikte oluşan yeni yönetim anlayışı, istenirse "Arap Medeniyeti" biçiminde değerlendirilebilirken, Emevî ve Abbasî Saltanatı maalesef iki ayrı medeniyet biçiminde kaynaklarda yer alır. İkisi de Arap olan yöneticilerin farklı birer medeniyet olduğu ısrarı anlaşılmazdır.
Aynı durum, İran Medeniyeti için farklılık arz etmez. Sasanî-Pers-İran ya da Âcem, farklı coğrafyanın milletleri değildir. Tarihte egemen olmuş, coğrafyası İran ve çevresi ile sınırlı tek milletin devlet olmuş farklı egemenlik isimleriyken, Diyarbakır konulu birçok eserde farklı medeniyet olarak ifade ediliş tarzı, kurulan ve şehre hakîm olan her devleti birer " Medeniyet" kabul etme yanlışlığıdır. Günümüzde İranî kaynaklarda bu yönetimler, birbirinin devamı olan egemenliklerin tarihî perspektif içinde farklı olmayan egemenlikleriyle "İran Devlet Anlayışı" olduğu ortadadır.
Safevî, özü itibarıyla bir Türk Devleti'dir. Osmanlı da Türk Devleti'dir. Safevî egemenliği şehir merkezli beş-altı yılla sınırlıyken Osmanlı hakimiyeti,1515'ten Cumhuriyet'e kadar dayanır.
Safevîleri ayrı bir medeniyet, Osmanlı'yı farklı bir medeniyet tarzında gösterme yanlışlığını düzeltmeme, büyük hatadır ki şehre beş-altı yıl egemen olmuş, tarihteki ömrü yüzyılları bulmamış devleti " Medeniyet kurma" ile adlandırma, yanlış bir isimlendirmedir.
Selçuklu, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Artuklu olmak üzere Safevî ve Osmanlı Devleti, ya inanç olarak "İslâm Medeniyeti" ya da "Türk Medeniyeti" biçiminde tanimlanabilirken, beyliklerin de sırf burçlarda ya da surlarda kitabesinin mevcudiyetiyle medeniyet kapsamında düşünülmesi, bizce tarih ve medeniyet açısından konuya hem hakîm olmamaktan hem de bir şehri hakkıyla bilmemekten kaynaklanır ki medeniyetin tarifinin bilinmemesinin ortaya çıkardığı garipliğin affedilecek bir yanının olmadığını gösterir.
Siz bu rakama kalkıp Yinalogulları, Buveyhogulları, Şeyhoğulları egemenliğini katarsanız, Moğol İstilası'nın da "Medeniyet " biçiminde 33 Rakamının içinde yer aldığını göreceksiniz.
Beylikleri de medeniyet olarak gösteren, bu rakamı 26-27 Sayısından 33-34'e çıkarma, şehre değer vermek değil, şehrin sahip olduğu önemin bilincinin dışında hareket ederek, yeryüzü üzerinde bu güne kadar 33'ü bulmaktan uzak medeniyet sayısını, bir şehrin kalesi içine hapsetme davranışını herkese kabullendirme uğraşlarını tescilidir.
Onlarca egemenliğin yer aldığı Akdeniz'de "Medeniyet " denilince " Akdeniz Uygarlığı" söz konusudur.
Mısır'da, Hindistan'da ülke adından başka medeniyet adı geçmez. Yunanistan, Grek Medeniyeti ile Avrupa'nın tümüne hakim olmuş bilinir.
Kızılderili Medeniyeti, Aztek-İnka ve Maya ile oluşmuştur.
Ülkemizde "Anadolu Medeniyeti" esas olan ifadedir.
Bu gün kimi ilçelerle kimi şehirlerin "medeniyet merkezi" biçiminde gösterilmesi, daha çok turizm ile kalkınma isteğinden kaynaklanır.
Seksen bir ilimizi ve yüz dünya şehrini içine alan "Şehir Araştırmaları Merkezi" çalışmamızda gördüğümüz sonuç, şehirlerin medeniyet açısından ele alınmasının coğrafî, ırkî ya da inanç temelinde olması gerektiğidir. İbnî Haldun, Mukaddime'de coğrafyanın bir kader olduğunu vurgular.
Sözün nihayetinde Diyarbakır medeniyet olarak, " Mezopotamya Medeniyeti" içinde ele alınabilir, tarihî ve coğrafî açıdan. İstenirse "Mezopotamya- Roma-İslâm Medeniyeti" üçgeninde ifade edilebilir. Bunun ötesini düşünmek, kişiyi ve kurumları içinden çıkılamaz duruma düşürür ki her seferinde yapılan açıklamalarda, kaleme alınan makalelerde ve yazılan kitaplarda kadîm şehrin "33 Medeniyet Merkezi" iddiası geçerliliği söz konusu olmayan, hamasî bir ifade şeklinde kabul edilse de ilmî olarak kabulü nâ-mümkün, mana taşımayan anlamsızlık, suya atılan imza hükmünde geçersiz bir adlandırmadır, tarihle sosyolojiyle, mantıkla izahı bulunmayan isimlendirmedir.
Medeniyeti, " Şehir" olarak algılarsak Yesrib'den Medine'ye dönüşen beldenin inançla şekillendiğini görürüz.
Bir de şehir ve kent arasındaki farkı bilmeden kimi zaman Diyarbakır'ın kulağa hoş gelen kent ile ifadesi, şehri arka plânda bırakmaktadır ki kentin kasaba ve kaza-ilçe hükmünde yerleşim yeri olduğunu bilmemek, medeniyete yüklenen manayı idrâk etmenin önünde büyük engeldir. Biz, her ülkenin baş şehrine " Başkent" derken, o ülkelerin "başkent" olarak adlandırdığımız şehirlerinin aslında ülkenin yönetim merkezi olduğunu ya bilmiyoruz ya da alışılageldiği için önemsemiyoruz.
Diyarbakır'da kullanılan " 130 Asırdır Akan Bir Nehir 33 Medeniyet Bir Şehir" algısı, bizim kulağımıza kafiyeli şiir olarak hoş gelir, musıkî tınısı bırakır.
Sahi 130 asır, kaç yıl yapar? Bir asır, yüzyıl ise Dicle Nehri'nin varlığı 13.000 Yılı gösterir.
Bildiğimiz kadarıyla bu Dicle Nehri'nin 130 Asır ile sınırladığını gösterir.
Şehir Araştırmaları sistematik olarak yapılmış olsaydı, bu tür basit hatalar yerini doğrulara bırakır, yanlışlıklar doğru bilinmezdi.
Diğer şehirlerde herşey doğal seyrinde midir?
Maalesef...
Sadece bir şehirde durum bu ise, gerisini siz düşünün!..