Suriye'deki iç savaş 4. yılına girdi. Baba Esed döneminde kanla bastırılan demokrasi talepleri geride on binlerce ölü bıraktı ve on binlerce kişi Baas rejiminin zindanlarında sistematik işkencelerden geçirildi. Arap Baharı ile birlikte Suriye'de özgürlükler ve demokrasi adına bazı adımların atılması Suriye'de sevinçle karşılanmış Oğul Esed'in babası gibi diktatör olmayacağı ve ülkede adım adım demokrasiyi yerleştireceği düşünülmüştü.
Ama olmadı. Zulümde babasına rahmet okutan Beşar Esed attığı adımları geril alarak en masum protestoları kanla bastırmaya başladı. Sonuç; 300 Bin civarında ölü, milyonlarca mülteci, harabeye dönen şehirler ve kimin kimi niçin vurduğu ve ne zaman biteceği belli olmayan bir savaş.
Savaşın sebebi ne olursa olsun hiçbir şekilde tasvip edilmesi mümkün değil. Çünkü savaş yıkım, acı demektir. Suriye'deki iç savaşta bu manada maalesef çık yıkıcı ve acı sonuçlar ortaya çıkartmıştır. Uluslar arası hukuka, insanlık hukukuna aykırı olarak masum sivil halk hedef alınmış ve alınmaya devam etmektedir. Bu savaşta da yine en ağır bedeli çocuklar, kadınlar başta olmak üzere sivil halk ödemiştir ve ödüyor.
Suriye'deki iç savaş başlayıp ilk mülteciler geldiğinden beri gazeteci olarak bu insanların dramına özellikle tanıklık ettim. Bu vesile ile Akçakale'ye, Süleyman şah, Harran ve Ceylanpınar mülteci kamplarına defalarca gittim. Şehir içinde hayata tutunmaya çalışan mültecilerin durumunu kaç defa bilmem kaç defa yerinde gördüm. En son Kobanili Kürtlerin dramına tanıklık ettim ve etmeye de devam ediyorum. Yaşanan bu trajedileri kamuoyuna yansıtırken mesleki kaygılarımız olduğu gibi "önce insanım sonra gazeteciyim" felsefesine inan birisi olarak etkilendiğimiz durumlarda çok oldu.
Bunların içersinde gözümün önüne gelen veya bir şey olduğunda o anı hatırlatan öyle kareler var ki belki yaşamım boyunca hafızamdan silinmeyecektir. İlki sınır ötesinden atılan havan mermisinin Akçakale'de bir eve düşmesi sonucunda 5 vatandaşımızın hayatını kaybetmesi idi. Gözümün önünde düşen havan mermisi sonucunda hayatını kaybeden çocuğun savrulmuş terliklerini hiçbir zaman unutmayacağım. Ne zaman sokakta oynayan çocuklar görsem hayatını kaybeden o çocuk ve terlikleri aklıma gelir.
İkincisi Harran Konteynır kente inceleme yapan bir heyeti gazetemiz adına takip ederken peşime takılan Süleyman'dır. Gün boyu bana sarılarak gezen Süleyman kendisine aldığım yiyecekleri kabul etmemiş beraberimdekilerin de üzerine aldığı yiyecekleri hiç tanımadığı çocuklarla beraber paylaşmıştı. Bir yetimin baba hasretini birebir anlamak belki mümkün değil ama ne zaman çocuklarıma sarılsam veya ebebeyinine sarılan bir çocuk görsem aklıma Süleyman gelir genellikle.
Üçüncüsü ise Kobani çatışmalarının ilk günlerindeydi. Çatışmalardan kaçarak Suruç YİBO'ya sığınan muhacirlere Büyükşehir Belediyesi günlük çorba dağıtırken şahit olmuştum. Çorbasını alan 8-10 yaşlarında bir kız çocuğu oturduğu bir köşede önce ekmeği kokluyor sonra ısırarak lokmasını yudumluyordu. Başta bana tuhaf gelen bu hareketini biraz dikkatli gözlerle inceleyince bunun günlerdir aç ve açıkta kalan bir insanın bir kase çorbaya ve taze bir ekmeğe olan hasretin sonucu olduğunu anladım.
O kız çocuğunu, çorbasını ve ekmeğini bitirene kadar uzaktan uzağa öylesine seyrettim. Ama inanın ne kendimin nede bir başkasının yemek yemesi o kız çocuğunun o çorba içmesi, ekmek yemesi kadar bana tatlı gelmedi. Aklıma geldikçe hala kendi kendime soruyorum bir ekmek bu kadar mı güzel yenir?
Ve çöplerde atılan ekmekleri, dökülen yemekleri gördükçe o kız çocuğu ve muhacirler geliyor.