Bir büyük sır söyleyeceğim sana

Zaman sensin
Kadındır zaman sevilmek özlemi duyar
Aşıklar eteğinde otursun ister
Bozulacak bir entaridir zaman
Perçemdir sonsuz
Taranmış
Bir aynadır buğulanan buğuları dağılan soluklarla…

Şeklinde sürüp gider Louis Aragon'un bu şiiri… Ne zaman okudum duydu bu şiiri bilmiyorum ama her halde 1985 yılları olmalı. Şiire en yoğunlaştığım günler yani… Ki o günlerde yerli ve yabancı şairlerin gerek şiirleri ve gerekse şiir üzerine yazdıkları yazılar, benim şiirimin oluşumunda önemli bir yer tutarken, bu şiirde olduğu gibi bir çok şiir, bu şekilde aklımın ve gönlümün hafızasında kendine yer bulduğunu söyleyebilirim…

Tabi mesele şiir değil; şiir dolayısıyla zaman ve dolayısıyla geçen ömür. Zamanın ve dolayısıyla ömrün nasıl geçtiği meselesi…

Hayatın en başındayken, ne de olsa önümde uzun yıllar var diyerek, hiçbir şeyi ve zamanın en önemli anlarını dikkate almadan yaşadık. Ne de olsa ömrün uzun yılları var önümde diyerekten! Oysa, kadının bedenine dökülen saç gibi htirmeden akıp giderken bile isteye, siyah ve sarı, okşayarak, yumuşak ve hırçın, dalgalı ve düzgün haliyle zaman… Henüz yolun başındayken geçmez dediğimiz zaman. Ama geçiyor işte, hem de htirmen… Hep yanı başımızda, hep bizimle beraber kendini göstermeden, usul usul bizi kendi derinliğine çekti de çekti. Ama fark edemedik. Gecenin karanlığında rüyaya açılan, uyuyan bir şafakta uyanılan; bilmedim, bilmedik… Bilmedim, ama bir bıçak gibi geçti tüm soğukluğu ile boynumu. Zamanın işkencesini o an gördüm bedenimin en hassas yerinde, kalbimin ve ruhumun derinliklerinde.

Evet, zaman geçiyor… Ömür bitiyor… Hızla ve htirmeden. Zaman bazen lirik bir türkü bırakıyor hayata, bazen istasyonlarda el sallarken kalbe gözyaşı akıtıyor gibi. Allah'ım! Ne zor beklemek… Ne acı bekletmek... Doyumsuz arzuların peşinde koşmak ve o arzuların ruhta yarattığı nedameti bütün özellikleriyle yaşamak; zaman en büyük işkenceci bu yüzden…

Çünkü zaman, bir kumar masası ve zarı yanlış atma ihtimali de her zaman yüksek bu yüzden. Çünkü insan da bıçağa gelen bir kurbandır bu masada ve zarın doğru atılması hep arzu edilir. Oysa hayat, hep güzel yüzünü göstermez. Çünkü düşeş gelme ihtimali her zaman zayıftır ve insan hep kaybedendir.

Aradan otuz yıl, kırk, elli derken… birde bakmışsın koca bir ömür geçmiş. Çok şey yaşadık, çok şey gördük; bulunca sevindik, kaybedince üzüldük dersin. Sonra, evet sonra hiç bir şey olmamış gibi kaldığımız yerden yaşmaya devam ederiz hayatın satırları arasında. Yine düşe kalka… Yine sevinerek, yine üzülerek… Ne tuhaf eğil mi? Eğer unutmak olmasaydı insan, bu kayıplara, bu tükenişlere karşı koyabilir miydi? Yaşayabilir miydi hayatı yeni baştan? Üstelik kaybedeceğini bile bile ve günün birinde kendisinin de kayıplar arasına gireceğini bildiği halde, hayatın satırları arasında yine de yürümeye devam etme kudretini kendisinde bulabiliyor insan…

Evet, ne tuhaf değil mi? Bunca olup bitenler karşısında insan, yine de ayakta kalabiliyor ve kutsal yürüyüşüne devam edebiliyor.

Çünkü insanı her şeye rağmen hayata bağlayan, onun ayakta durmasını sağlayan bir 'Güç' var ve o 'Güç' insanın yüreğinde hiç sönmeyen bir ateş, bir enerji gibi onunla beraber o kutsal yürüyüşte hep yanında; bıkmadan, usanmadan 'iki kapılı handa' onunla beraber, onun içinde, onunla tek yürek…