Tabiat boşluk kabul etmez, derler bir söz var. El Hak doğrudur. Bu söz niçin, hangi gerekçeyle söylenmiş, bilmiyorum; fakat şu bir gerçek ki, eğer insan bir iş yapacaksa, onu, her boyutuyla düşünmeli… Düşünmek zorunda. Çünkü yanlış yapılan her işte, eksik atılan her adımda mutlaka, birileri gelir ve eksik yapılan o işin en onmaz yerine öyle bir adım koyar ki, o adımı oradan çekip çıkarmak için akla gelmez fedakarlıklar yapmak zorunda kalırsınız. Hatta atılan o yanlış adımı da o adım yerine konan yeni adımın açtığı yaraları da bir daha düzelteme imkanı bulamayabilirisiniz.
Şehir yollardan, parklardan, beton ve taş yığınlarından müteşekkil bir organizasyon değil. Böyle olduğu için şehri canlı bir organizasyon gibi düşünen yazar ve düşünürler, şehre tıpkı bir insan gibi yaklaşılması gerektiğini savunurlar. İşte bu yüzden şehirden birebir sorumlu olan kişi ve kurumlar, şehri tasarlarken ve inşa ederlerken insan öğesini şehirden asla ayrı tutmazlar. Çünkü şehir ve insan, birbirini tamamlayan iki unsur olması dolayısıyla birini diğerinden ayrı düşünmemiz mümkün değildir. Ayna ve nesnede olduğu gibi birbirilerini etkileyerek, biçimlendirir şehir ve insan. Tersi bir durumda 'Şehri imar ederken nesli ihmal ederseniz; gün gelir ihmal ettiğiniz nesil şehri tahrip eder' sonucuyla karşılaşmak gibi bir durum söz konusu.
İşte bu gerçekle yüzleşmemek adına, önce insanı eğitmek gerektiğini, sonra şehri imar etmenizin daha doğru bir davranış olacağı gerçeğini fehmedersiniz.
Her şey insan için, insanı yaşat ki devlet yaşasın, içinde insan olmayan hiçbir projenin var olama şansı yok gibi düsturları önceleyen bir toplum olarak, şehir organizasyonu içinde insan öğesi en önde olmalı düşüncesinden yola çıkmak zorundayız. Yani önce insan eğitimini gerçekleştirmek durumundayız. Geleneksel şehir planlaması içinde yer alan mimari eserlerimize ve yerleşik şehir anlayışına baktığımızda; bu organizasyon içinde yaşayan ve bunlarla birebir muhatap olan insanların eşyaya ve çevreye gösterdikleri saygının asıl kaynağının nerden geldiğini görmemiz de mümkün. Tabiri caizse yaratılanın Yaratıcı'nın yeryüzündeki gölgeleri olduğunu ve bu yüzden de saygı gösterilmesi gerektiği izlenimi, insanın kafasında oluşuyor. Böyle olduğu için o mimari eserler günümüze kadar gelebilmiş ve insanların yaşadığı mekanlar yekdiğerine zarar vermeyecek şekilde tasarlanmıştır. Şüphesiz bu, günümüz şehir tasarımcılarının ve mimarlarının üzerinde düşünmesi gereken bir konudur elbette. Ama burada asıl görev şehirle ve insanla birebir muhatap olan yetkililere düşüyor.
Çünkü bu mekanın içinde yaşayan insanın eşyaya ve çevreye gösterdiği bu üstün yaklaşım, belli bir eğitimden sonra veya en azından içinde bulunduğu mistik ruh haliyle gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Gerek eğitim yoluyla ve gerekse mistik yaklaşımla olsun, şehirlerimizi inşa ederken, insanımızı da inşa etmek durumundayız. Eğer insanı boş verirsek, mekan algısından dışlarsak, gün gelir o dışlanan insan şehrimizi tahrip eder. Bununla da kalmaz, insanlarla beraber onların kutsal değerlerini de kendi kendisini de tahrip etmekten çekinmeyecektir.