Yıllardır çatışmaların bitmediği Suriye, Türkiye'nin Libya ile ilişkileri sonrası yaşanan tartışmalar, Kasım Süleymani'nin ABD tarafından katledilmesinin ardından İran'ın gündeme gelen dış politikası, tüm bunlara karşılık Suudi, Mısır ve Körfez ülkelerinin ABD ile iş tutması, İslam coğrafyasının geleceği için ne anlam ifade ediyor? Mevcut gelişmeler, Müslümanların Bölgesel Entegrasyon beklentisini nasıl etkileyecek? Bu süreci nasıl atlatabiliriz? Buyurun beraber okuyalım...
Avrupa'da feodalite ve kilisenin iktidarını kaybetmesiyle birlikte güçlenen burjuvazi, halkı yönetebilmek için yeni bir devlet modeline gitti. İnsanlık tarihi boyunca kurulan hiçbir geleneksel devlet modeline benzemeyen bu devlet modeli: Modern Ulus Devlet idi. Monolitik, baskıcı, ceberrut ve merkeziyetçi olan bu devlet modelinde halk için çok da değişen bir şey olmamıştı; daha önce feodal ve kilise onları sömürürken şimdi de bu rolü burjuvazi ele geçirmişti.
Sanayi Devrimi sonucunda giderek artan yeni pazar arayışları Avrupalı burjuvaziyi sömürgeciliğe yöneltmiştir. Coğrafi Keşiflerle hız kazanan sömürgecilik çabaları, o dönem Avrupa dışındaki çok uluslu imparatorluklara takılıyordu. Tam da bu sırada sömürgecilerin imdadına Ulus Devlet yetişmiştir. Ulusçuluk fikri yoluyla büyük imparatorluklardaki farklı kavimler, özgürlük adı altında Batılı Avrupalıların öngördüğü çok sayıda küçük ulus devletçiklere dönüştü.
Bu kavimler, Modern devlet yapısıyla küresel sömürü sistemine entegre edilirken gerek yeraltı ve yerüstü kaynakları açısından gerekse de kültürel açıdan sömürgeleştirildi. Bugün İslam dünyasında yılladır halklarına kan kusturan tüm devletler, aralarında form farkı olsa da aslında birer ulus devlettirler. Kurucu ideolojilerini modern devlete göre dizayn etmişlerdir. Bu manada monarşiler-krallıklar, ile cumhuriyetler, demokratik parlamenter rejim ile otokrat rejimler arasında sadece form farkı vardır.
Nasıl ki Orta Çağ'da yaşanan 'Batı Aydınlanması' hareketi o dönemdeki geleneksel siyasal sistemi değişikliğe uğrattıysa, 1990'lı yıllarda tüm dünyada ortaya çıkan küreselleşme de Ulus Devleti tamamen ortadan kaldırmasa bile yapısında büyük değişiklikler meydana getirdi. Küreselleşme ile birlikte Ulus devletin, birinci rüknü sayılan sınırlar anlamsızlaşmaya başlarken, devletin dev homojenleştirici kazanında eritilmeye çalışılan, baskılanan yerel unsurlar, giderek seslerini duyurmaya başladı. Tüm bu değişimleri fark eden ulus devlet, politikalarında değişikliğe gitmek zorunda kaldı; farklı inanç, kimlik ve etnik yapılara uygulanan baskıcı ve inkarcı politikalar, birden yerini biraz daha ılımlı politikalara bıraktı.
Yıllarca kendi milli sınırları içine kapanan devletler, küreselleşen dünyada bunun intihar etmek gibi olduğunu düşünerek komşu ülkelerle bir daha irtibatlar kurmaya başladı. Çünkü reel politik durum bunu gerektiriyordu. Böylece herhangi bir ulusun tek başına ayakta kalmasının mümkün olmadığı; tarihsel, kültürel ve coğrafi anlamda birbirine yakın ülkelerin birlikte hareket ederek, birbirileriyle yardımlaşarak ancak hayata tutunabilecekleri fikri ortaya çıktı.
Böylece dünya, adına Bölgesel Entegrasyon denilen yeni bir sürece girmiş oldu. Ulus devletin kaynağını oluşturan Avrupa, acı tecrübelerden sonra bunu gerçekleştirdi. Yıllarca birbirleriyle kanlı savaşlar yaptıktan sonra birçok Avrupa ülkesi bir araya gelerek Avrupa Birliğini kurdu. Birlikte hareket etmenin gücünü çok iyi bilen Batı, yıllardır sömürdükleri İslam coğrafyasının, benzeri bir oluşuma gitmemesi için her türlü taktiğe başvuruyor. Fakat, kim ne yaparsa yapsın sonuçta su akıp yatağını bulacak. Bu ilahi bir kanundur.
Fakat, bu süreç öyle kolay geçecek bir sürece benzemiyor. Bu süreci sabote edebilecek başta İslam ülkelerine ait bazı problemler var. Nedir bu problemler? Bölge ülkelerinin birbirini besleyen milliyetçi temelli bölge liderliğini/iktidarını esas alan politik yaklaşımları...
Sahaya baktığımızda herkesin ümmet kavramını kullanırken kendi liderliğinde bir topluluktan bahsettiğini görüyoruz. Halbuki; renkler, ırklar, diller, örfler, bölge ve mezhepler her biri ümmet yelpazesinin unsurları, birimleridir. Bu unsurların korunması, geliştirilmesi ve kendilerini sivil ve kamusal hayat alanlarında ifade edip görünür kılması temel haktır. Ama içlerinden hiçbiri diğerlerini kontrol etmeye çalışması, liderlik iddiasında bulunup diğerlerini askeri-politik tahakkümü veya kültürel hegemonyası altında tutmaya kalkışması kabul edilemez.
İslam'ın ümmet tasavvurundan anlaşılan ideal politik budur. Birileri kalkıp da Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan, Pakistan ve diğerlerinden birini referans alıp ümmetin bütünlüğünü bir birimin hakimiyeti altına almaya çalışır, politik stratejisini buna göre tespit etmeye kalkışırsa , tabii ki bu da onun ideal politiğidir. Ama bu ideal politik İslam bakış açısından meşru değildir. Çünkü ümmet, liderliği belli bir coğrafi bölgeye, belli bir kavime veya belli bir ülkeye devretmez. Fakat günümüz pratiğine baktığımızda İslam ülke yöneticileri İslam'dan ve İslam birliğinden söz etseler bile, zamirlerinde kendi yatan kendi liderliklerinde birliktir. Ve bu amaçla herkes kendine gerekli argümanı rahatlıkla bulabilir. (1)
Örneğin, Suudiler, Haremeyn'in topraklarında olduğunu, Hz. Peygamber'in kutsal topraklarda ortaya çıkıp dini tebliğ ettiğini, Kur'an-ı Kerim'in Arapça indiğini ve çok zengin olduklarını öne sürüp liderlik iddiasında bulunabilir. Mısır Arap aleminin en büyük parçasıdır, köklü bir medeniyete, Ezher gibi prestijli bir kuruma sahiptir. Bu argümanları sıralayıp liderliği isteyebilir.Hatta Türkiye ve İran son yıllardaki bölgede lider olma yolundaki dış politikalarına tepki olarak Arap dünyasındaki Mısır, BAE, Ürdün gibi ülkeleri Suudi Arabistan liderliğinde bir araya getirdiğini görüyoruz.
İran, 1979'da İslam Devrimi yapmıştır, küresel sisteme yıllardır meydan okumaktadır. İslam hukukunu uygulamaya çalışan, petrol zengini, büyük kültürel mirası olan bir ülke olduğunu ileri sürerek bölgenin patronluğunu ileri sürebilir.Ki İran'ın dış politikasının giderek milli bir çizgiye kaydığını görebiliyoruz.Özellikle bu politikaların mezhebi bir çerçevede oturtulmaya çalışıldığını Lübnan, Suriye, Irak, Yemen ve Afganistan örneklerinde müşahede edebiliyoruz.
Türkiye'nin bölgede liderlik iddiası herkesin malumu. Davutoğlu'nun 'Stratejik Derinlik'inden mülhem bu iddiaya göre; 'Osmanlı İmparatorluğunun bakiyesi bir ülkeyiz ve doktrine göre tarihimiz ve coğrafyamız bizi İslam dünyasının liderliğine mecbur ve mahkum ediyor. Biz istemezsek bile tarihe ve coğrafyaya sinmiş bir kader hükmünü icra ediyor. Bu iddia tarihe ve coğrafyaya bilinç, akıl, ve irade veriyor; bölgenin bu bilinç, akıl ve iradenin açtığı mecrada akıp şekilleneceğini varsayıyor.' Dönemin Dış İşleri Bakanı A. Davutoğlu, birçok yerde yaptığı konuşmalarında bu stratejiyi dile getirmişti. Her ne kadar Davutoğlu AK Parti'den ayrılmış olsa da, sonraları Cumhurbaşkanı Erdoğan, bunu bir hırs olarak niteleyip öyle iddialarının olmadığını söylemiş olsa da gelinen süreçte hem iç ve dış politikalara hem de hükümete yakın medyaya baktığımızda adına 'Yeni Osmanlıcılık' devam ettiğini gösteriyor.
Bölgeyi yeni çatışmalara itebilecek bu yaklaşım sadece devlet yada hükümete ait değil. Türkiye'de adı konulmamış millici ve milliyetçi bir dış politika bakışına neredeyse bütün dini gruplar, cemaat, siyasal İslamcı hareketler (bazı istisnalar da var) bölge liderliğini kendilerinde tabii bir hak olarak görüyorlar.Bunların İttihad-ı İslam'dan anladıkları Türkiye'nin liderliğinde birliktir. Hatta son günlerde mezhep karşıtlığı üzerinden koca koca alimlerin, İran'a hakaretler yağdırması, Kudüs'ü Türklerin kurtaracağı vb. söylemlerin arka planında yine bu milliyetçi düşünce ve tarihteki Osmanlı-Safevi rekabeti yatmaktadır.
Dünyadaki değişimlerin ümmete giden bir yol olarak önümüze sunduğu bir fırsat olan Bölgesel Entegrasyon sürecinin, tarihte olduğu gibi yine dünyevi hırslara kurban edilmesi riskiyle karşı karşıya. Sahaya baktığımızda İslam coğrafyasının (Ortadoğu) giderek üç milliyetçi kutba doğru evrildiğini ve bu kutupların milli söylemlerine mezhebi bir ton kattığını görüyoruz. (Türkiye-Sünni, İran-Şii, Suudi Arabistan/Mısır-Selefi). İşin daha kötüsü ise bu milliyetçiliklerin birbirini beslemesi... Öte taraftan bu süreci çok iyi değerlendirip ümmetin makus talihini değiştirmek de mümkün.
Yapılması gereken ötekileştirme ahlakını bırakarak şu Kur'ani kavramlarla yeni dünya inşa etmek. Sosyolog Ali Bulaç'ın belirttiği gibi birbirimize önce muharefe (tanışma) temelinde yaklaşıp, sonra müzakere (sorunlarımızı konuşma) ederek anlaşıp , daha sonra muahede (adalet eksenli yeni bir kardeşlik) ile birlikte yaşayabiliriz. İnanın bu kavramlar, yeni bir dünyanın, yeni bir barışın ve yeni bir hayatın temel taşlarıdır. Özellikle bu süreçte 100 yıldır dört parçaya ayrılmış, birçok hakları gasp edilmiş Kürt halkının yaşadığı mağduriyetlerin giderilmesi en önemli mesele olsa gerek.
İslam coğrafyasındaki ülkeler artık yeni bir yol ayrımına gelmiş bulunuyorlar. Onlar ya dinlerini iktidar ve milliyet/mezheplerinden üstün tutarak adalet temelinde bir birlikteliğin temelini atacaklar ya da milliyet/mezhep ve iktidarlarını dinlerinden üstün tutarak bölgeyi yeni bir ateş/kaos çemberinin içine atacaklar.
1) Ali Bulaç-Ortadoğu'dan İttihad-ul İslam'a
Yorumlar