Ağacı, gülü, çiçeği, suyu, börtü böceği, kanatlanıp uçan hayvanı, kısacası doğayı, yeşili, dahası tüm canlıları ile seven, ona değer veren insanlar duygusaldırlar. Şair ruhlu kabul ederim onları. Şairlerden farklı yanı duygularını dile getiremez, kağıda dökemezler. Ressam ruhludurlar, farkları, doğayı tuvale çizmek, tabloya aktarmak değil, doğayla iç içe olmak isterler. Sürekli doğaya, yeni bir eser kazandırma çabası içindedirler. Geleceğin sahibidirler, çünkü doğaya kazandırdıkları yeşillikler hep onlarla anılacak.

'Bakarsan bağ olur bakmasan dağ' sözünden hareketle elinden kazma, kürek düşmeyen, gerektiğinde tarla sulayan, zamanı geldiğinde ağaç budayan, yetiştirdiği buğday başaklarını, bir kuş yavrusu gibi okşayan, çiçeğe, güle, bakıp özlem gideren, kıraçlardan kayaları söküp onların yerine fidan eken, sulayıp can veren, yetiştirdiği meyveleri kendi elleri ile koparıp misafirlerine ikram ederken, gözleri ışıl ışıl parlayan mutlu bir insan. Tüm bu yaptıklarından zevk duyan, geleceğe yeşil bir çevre, bir miras bırakma bilincinde olan Ahmet Bayık'tan bahsediyorum.

Ahmet Bayık'ı yıllar önceden tanırım. Ben o zamanki adiyle Yol Su Elektrik, kısacası (YSE), daha sonra Köy Hizmetleri diye adlandırılan, bu gün kapatılıp belediyelere devredilen bu dairede çalışıyordum. Ahmet Bayık profesyonel sendikacılığa yeni ayak basmıştı. Keskin bakışları siyah saçları ile bir şahini andırırdı. Gençti dinamikti, ele avuca sığmıyordu. Amatörce solda başladığı sendikacılığı sağda profesyonelleştirdi.

O sıralar benim de kısa bir sendikacılık dönemim oldu. Karşıt bir sendika yönetiminde olmama karşı, hiçbir gün birimizi kıracak bir davranışımız olmadı. Herkes kendi yolundaydı. O devrimci sendikalara karşı olmaktan ziyade o sendikalarda bulunan gayri ciddi insanlara karşıydı. Nedense baharı görmeden sendikacılığım iş akdimin feshiyle son buldu.
Bayık, okullu, diplomalı olayım diye lise dahil dışarıdan okuyarak bitirmiş. Hep bir üniversite bitirme hayaliyle yaşamaktaydı. 'Okuyacağım fakülte de mutlaka hukuk olmalı' diyordu. Çünkü hukukun üstünlüğüne her gün geçtikçe biraz daha inanmakta, sendikacılığından gelen anlayışla insan haklarına sahip çıkmayı arzulamaktaydı. Aslında hayat üniversitesini bitirmiş biri idi. Çünkü çevresindeki insanları çok iyi tanır, ikiyüzlü olanları, yüz verip astar isteyenler olduğu gibi düşüncesinden ödün vermeyen insanları takdir ederdi. Hani 'adamına göre sırım çekme' meselesi var ya! Belki bizim dostluğumuz, saygı ve sevgimiz, birazda kendimizi bilmemiz, yine kendimize doğru şahsiyetli bir yol çizmemizden kaynaklanıyordu. Çünkü o dönemde YSE de çalışmak, daireye gidip gelmek bir yürek işiydi.

Bir iş dolaysıyla Süleymanlar olarak bilinen ve Ahmet Bayık'ın mensup olduğu ailenin köylerini yıllar önce birkaç kez gezdim. Süleymanlar, uzun yıllar önce Lice ve çevresinde yaşarken, aile Hilvan'ın Hoşin (Uluyazı ) köyü ve çevresine göç edip yerleşmiş. Ğıyy (Ğıyan, Xıyan) aşiretine mensup Kürt bir aile. Xıyan aşiretin bir ferdi olan Süleyman'ın babası gelip buraya yerleşir. Aile bu isimle tanınır. Süleyman çevreden yardımını esirgemeyen, sofrası açık, gönlü gözü tok, kendini sevdiren, saydıran bir insan olduğu söylenirdi. Onun için aile o zamandan bu güne onun ismiyle anılmaktadır. Zaten bölgenin gereği tüm aileler, çevrede sevilen, sayılan, nam bırakan biriyle anılır.

Süleyman; çevresiyle iyi geçindiği kadar, Gürgür, Saluca, Kepirhisar çevresindeki verimli tarlaları ekip biçen, tapusuna geçirmeyi başaran, akrabalarına sahiplik etmesini bilen, koruyan, gözeten bir kişiliğe sahipmiş. Onun için bu aile aşireti ile değil o zatın ismiyle anılmaktadır. Süleymanlar olarak adlandırılan bu aile ile aşiret anlamında dayı yeğen ilişkilerimiz seviyeli bir şekilde sürmekteydi. Gezip gördüğüm köyleri kerpiçten, taş, topraktan, yığma evlerdi. Kesme taşlardan yapılmış, köy odası olarak kullanılan bir-iki odaya ancak rastlanırdı. Aslında az topraklı, yoksul demesek de varsıl ve ağa diyebileceğimiz bir aile değil. Aile bireylerinden bazılarının siyasi tercihlerde bulunmalarından dolayı, aile seksen öncesi hayli yaralar aldı. Ancak; seksen sonrası ailenin gelişmesi ve kendini yenilemesi, toplumla ilişkilerini tazelemeleri, yetişen çocukların okul okumaları, ailenin içinden başarılı iş adamları çıktığı gibi aydın bir toplum olmasını sağladı.

Soyadı almalarına gelince; soyadı kanunu çıkınca bir türlü köylüler nüfus idaresine gelip soyadı almazlar, tüm çevrede olduğu gibi herkes kendi babası ya da annesinin ismiyle anılmaktaydı. O dönemdeki kaymakam hemen nüfus memurunu çağırtıp herkese bir soyadı bulmasını ister, nüfus memuru da zamanlı zamansız sözlüğü önüne indirip her köye, her aileye uygun bir soyadı yazar. Süleymanlar; Bayık, Bayuk, Baysal, Baydar, Baylan, Bayrak, Baytak, Bayat, Benzin, Bebe, Benzer, Becel, gibi soyadlarını verir.

Tam 25 yıl önce gittiğim köylere yeniden gitmek nasip oldu. Kocaman evler, çok katlı apartmanları görünce doğrusu şaşırdım. Bağlar, fıstıklıklar, çeşitli meyve bahçelerinin yetiştirildiği yeni yerler beni fazlasıyla sevindirdi. Çünkü çevreye olan ilgi, ağaca verilen değer fazlasıyla artmıştı. Sondajlar vurulmuş köy yerinde şarıl şarıl su akıyordu. Uğur böcekleri, kelebekler, kuyrukları tiril tiril titreyen minik serçelerin keyfine diyecek yoktu. Köyler tamamıyla değişmiş. Alt yapısı tam gelişmemekle birlikte, köylüler bir şehirli havasında. Bunun ilk başlatanlardan Ahmet Bayık'ın olması, akrabaları tarafından yapılanların takdir edilmesi onun nasıl örnek bir kişiliğe sahip olduğu hemen anlaşılmaktaydı.

Ahmet Bayık, mutlaka kendini yenilemeliydi. Çünkü sendikacılığı sırasında ülkenin dört bir yanını gezip gördüğü gibi, dünyanın sayılı ülkelerini de gezmişti. Dolaysıyla birikimlerini çevrenin korunmasına, doğanın güzelliğine, yeşil alanlara aktarmayı başardı. Yeşil alanların genişletilmesi ve çoğaltılması, bakımı, hizmeti onun gönlünde ayrı bir tutmaktaydı. Aslında ekolojik dengeye sahip çıkmak hepimizin görevi, ancak ne yazık ki bizler tüm hizmetler gibi bu alanda yapılacak işleri de birilerine havale etmesini severiz.

Eline geçen olanaklarla Saluca Köyünü İrem'den bir köşeye çevirmesini bildi. Artık o farkında olmadan çevre dostluğunu kazanmışı. Çünkü bu işi ticaret için yapmıyordu. Duyguların sesiydi ona yaptıran, yüreğinde bir haz vardı, şiir gibi, resim gibi… O yaparda köylüler durur mu? Onlarda Bayık'ı örnek alıp bahçelerine diktikleri boy boy meyve fideleri filizlendikçe onlara keyif verdiğini gülerek anlatmaktaydılar. Çoğu köylüler diktikleri ağaçların meyvesini bile sofraya taşımanın heyecan ve mutluluğunu yaşıyorlardı. İşte yeşili sevmek böyle bir şeydi…

Artık çevre kendine yeni bir dost kazanmıştı. Toprağı teriyle ıslatan, ağaçların gölgesinde hasret gideren, ağaç hışırtısından zevk duyan biriydi. Onun bakımını yaptığı mümtaz çevreyi gezerken hayli sevindim. Meyve ağaçları göz estetiğimize zevk kattığı gibi ağzımıza tat bırakıyordu. Ağaca hizmet eden, taşın kovuğunda çıkan incire değer veren insan, insanlığın dostu olmaması mümkün mü? Belki bu gün bu çalışmalara dudak bükenler yarın ona sayısız teşekkür edeceklerinden kimsenin şüphesi olmasın.

Bir zamanlar kıraç taşlık, çalı, çırpı, dikenlerle kaplı olan yerlerin bu gün yemyeşil bitki örtüleriyle etrafına yaşam bahşeden, gürül gürül suların aktığı yerlere hayat veren hep insanın yüreğinden gelen güzelliklerin eseridir. İşte Ahmet Bayık bu güzelliklerin sahibi ve geleceğe emanet bırakan bir yeşil dostu. Daha, nice temiz, güzel yeşil çevrelerde çevre dostları ile buluşmak üzere güzel günlere…