Bundan kaç zaman önce Almanya'da yaşayan yaşlı bir çifte neden her şeyi bulacakları büyük marketlerden değil de mahalledeki küçük bir marketten alışveriş yaptıkları sorulduğunda verdikleri cevap çok manidardı:

'Çünkü o bizimle konuşuyor ve halimizi, hatırımızı soruyor.'

Bizler de ne zaman büyük marketlere gitsek böyle içten içe bir rahatsızlık duymuyor muyuz acaba.

Telaş içinde elindeki alışveriş listesine bakarak çabalayanlar mı dersin, olur olmaz her şeyi tüketecek bir çılgınlıkta davrananlar mı dersin, kapitalizmin bizi getirdiği noktada bütün hareket alanımızın elimizden alındığı aşikar olan insan kalabalığı mı dersin.

Yoksa daha da acısı, kapitalizmin devasa bir canavara çevirdiği marketler zincirinde çalışan o iki-üç kişinin amansız bir şekilde sömürülmesi mi dersin.

Neye üzülmeli sahi. Yoksa o halde olan kendimize mi?

Ruhsuz, soğuk ve acımasız bu kapitalizmin türevleri bütün bütün duhul ediyor hayatlarımıza. Ve bizler mahallelerimize, evlerimize göz kulak olan, dükkanı küçük ama gönülleri büyük o insanları görmezden gelmeye devam ediyoruz.

Her birimiz bu vahşi kapitalizmin gönüllü birer oyuncağı olmaktan mutluluk duyuyoruz sanki. Oysa çok iyi biliyoruz ki hiçbirimiz mutlu değiliz bu durumdan. Ruhumuz sıkıla sıkıla, ayaklarımız istemeye istemeye dolanıyoruz işte oralarda. Bir bahane bulsak da bir şey almadan çıksak havasındayız hepimiz. Ama söz geçiremiyoruz ne hikmetse kendimize. Tıpkı bir oyuncak gibi, komut almışçasına davranıyoruz.

Attığımız her adım, verdiğimiz her kuruş daha çok, daha çok insanın köleleşmesi, daha çok kapitalizmin bayrağının dalgalanması ve daha çok gözünü para hırsı bürümüş patronların hadsiz-hesapsız büyümelerine neden oluyor.

Bir ur gibi kemiriyor toplumları bu kahrolası illet. Fakiri, yoksulu, işsizi gittikçe geriye düşerken; onun bunun hakkını, emeğini, alın terini gözlerini kırpmadan, acımadan, utanmadan yiyen bir avuç para babası servetine servet katıyor.

Ve geldiğimiz nokta malum. Dünyanın her tarafında bit gibi türeyen bu şirketler zinciri yokluğu, yoksulluğu, köleliği bir kadermiş gibi pazarlayıp duruyor işte.

Necip Fazıl, merhum, ne de güzel haykırmıştı oysa:

Allahın on pulunu bekleye dursun on kul;

Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.