YEDİNCİ BÖLÜM

Uzun yıllardan sonra Kale'nin kapısından girerken doğrusu biraz heyecanlıydım. Acaba neler görecektim? Az ilerleyince iki genç arkadaş karşıladı beni. Diyarbakırlı sanat tarihçisi Emrah Çelebi ve Urfa kökenli Gaziantep doğumlu restorator İsmet Caymaz. Sıcaktan korunmak için başlarına şapka takıp, beyaz tülbent sarmışlar. İkisi de bölge insanı olduğu için zaten mi esmerler, güneşten mi yanmışlar, bilmiyorum. Esmerlerse burada daha da koyulaştıkları kesin. Sütunların doğusunda, dış duvarların bir köşesini kazı ekibi için bir çeşit barınak/sığınak yapmışlar. Güneşten korunmak için üzerine kalın yeşil bir kumaş çekmişler. Altta bir masa ve etrafında banklar. Kenardaki basit ahşap dolabın içinde ve üstünde çeşitli ihtiyaç maddeleri… Yukarıda yakıcı bir güneş. Her taraf toz toprak…

İlk defa bir arkeolojik kazı alanındayım. Urfa'nın ve Türkiye'nin en önemli kazılarından biri. O kazıyı yapan bilim insanlarının yaşadığı şartlar bunlar… Zor bir iş. Büyük fedakarlık. Buna rağmen her iki arkadaşın da yüzleri gülüyor, oldukça pozitif bir tutum içindeler. Onların da geleceğimden haberleri vardı. Fakat sadece fotoğraf çekeceğimi düşünmüşler. Kısaca yaptığım işi ve buraya geliş amacımı anlattım. Kendi başıma dolaşabileceğimi söyledimse de bana eşlik etmek istediler. Hem rehberlik yapmak, hem güvenliğimi sağlamak için. Zira etraf uçurumlarla çevrili, bir de yılan akrep tehlikesi var. Bu tehlikeli hayvanlara daha önce rastlamışlar ki Urfa'da bu mevsimde böyle bir yerde çok normal.

Doğudan batıya doğru dolaşmaya başladım. Ben önde, onlar arkamda. Eskiden baştanbaşa taş ve toprakla kaplı alanın her tarafında hummalı bir faaliyet yürütülmüş olduğu belli oluyor. Büyük çukurlar oluşmuş. Ortaya çıkarılan irili ufaklı taşlar, birbirine karışmasın diye ayrı ayrı istif edilmiş. Tabii arkeolojik bir kazı için henüz çok erken. Kat edilmesi gereken çok mesafe var. Kalenin içindeki mimari yapı derinlere indikçe ortaya çıkacak. Kim bilir başka neler çıkacak? Onlara zarar vermemek için azami dikkat ve titizlik göstermek gerekiyor. Yürürken, ayağımın altında ortaya çıkarılmaya bekleyen önemli eserler olduğunu düşünmek bambaşka bir duygu; biraz heyecan, biraz zevk, biraz kendini özel hissetme… Bir sağa, bir sola, inişler, çıkışlar, taş, toprak derken 'Batı Burcu' dedikleri en uçtaki kalıntıya kadar ilerledik. Az daha kalsa yıkılma tehlikesi olan burç, altında gerekli güvenlik tedbirleri alınarak kurtarılmış. Kuzeye yönelip dönüşe geçtik.

Hendeğin öbür tarafında iken çalıştıklarını gördüğüm işçiler, öğlen molası verip kendileri için 'ayarladıkları' burçların dibindeki gölgelik alana çekilmişler. Onlara yaklaşıp selam verdik. Üstte yine gölge yapsın diye gerilmiş kalın bir kumaş. Yere serilmiş eski bir kilim, birkaç minder. Dış duvarın kemerli kısmına yığılmış birkaç parça eşya, bir çay takımı. İş kıyafetleri içinde altı kişi. Hepsi yorgun ama keyifli. Yemeklerini yemiş, çay ve sigara keyfi yapıyorlar. Oturdum, her biri ile ayrı ayrı konuştum. Hepsi Urfalı. En büyükleri İbrahim Karademir benim yaşımda. Diğerleri daha genç, biri bekar. Hepsi hallerinden memnunlar, yüzleri gülüyor. Çay içerken biraz sohbet ettik. Yaptıkları işin öneminin farkındalar. Bunun altını ben de çizdim; 'Çok özel bir iş yapıyorsunuz, Urfa'nın tarihine ve turizmine katkıda bulunuyorsunuz. Şimdi ve ileride çocuklarınıza, torunlarınıza anlatacağınız hatıralarınız olacak…' Onlar işlerine başlamak üzere toparlanırken ben de kendi işime bakmak üzere ayrıldım.

90'lı yıllarda uygulanan Balıklıgöl-Dergah Projesi çerçevesinde temizlenip hizmete açılan tünelin iniş kapısına geldim. Siyah boyalı ve iki çenetli demircağlı kapısı açık ama içeri girmek güvenli değil. Bir nasip olmadı bu tünelden geçmek.

Az daha ilerleyince Emrah ve İsmet'ten bir süre beni yalnız bırakmalarını rica ettim. Onlar, az önce gördüğüm kendi özel mekanlarına giderken ben onların da görebileceği şekilde batı sütununun dibinde, dış duvarın üzerinde oturup aylar öncesinden beri hayal ettiğim gibi şehri temaşa edip düşünmeye, tefekkür etmeye başladım.

Manzara müthiş, muazzam, harikulade! O meşhur söylemdeki gibi Urfa ayaklarımın altında uzanıyor. Sıcak, ama zaman zaman esen rüzgar tozla beraber serinlik de üflüyor.

Gözüm önce kuzey batıya, yolculuğa başladığım Kamberiye Mahallesi tarafına yöneldi. Görünmüyor ama, çocukluğumun, gençliğimin geçtiği, acı tatlı birçok hatıramın olduğu sevgili mahallem, oralarda bir yerde biliyorum. Onun önünde Yusuf Paşa, Hekimdede, Beykapısı, Kurtuluş Mahalleleri… Arada Urfa'nın en güzel ve en özel yerlerinden biri olan Ellisekiz Meydanı, en güzel sokaklarından Yorgancı Sokak, Ağ Cami, Tuzeken ve Hacı Yadigar Camileri, Süryani Kilisesi, o güzelim Urfa evleri… Sağa doğru Pınarbaşı ve Türk Meydanı, yan tarafımda önden arkaya doğru Göl, Tepe, Gümüşkuşak ve Kendirci Mahalleri… Harran Kapı, Yahudi Mahallesi, 1947 yılı başında o mahallede Yahudi Şorkaya ailesine uygulanan ve kimin niçin yaptığı konusu bir muamma olarak kalan korkunç katliam… Çakeri, Hayrullah, Hızanoğlu, Müderris ve Arabi Camileri, Cincıhlı Hamam, çok güzel kabaltılar, her biri başka sorunların çaresi olarak görülen türbeler… Ortada yine Yusuf Paşa, Kadıoğlu, Cami-i Kebir, Bıçakçı Mahalleleri… Ulu Cami'nin minaresi bütün haşmeti ile arzı endam ediyor. Daha geride Karakoyun Deresinin alttan alta sızdığını duyuyor gibiyim. Aklımda çocukluğumun Karakoyun'u, Köprübaşı'sı, Sarayönü'sü… Ötede Atatürk Mahallesi, Millet Hanı, Topçu Meydanı… Karşıda Büyükyol'un ortasından geçtiği Yeni Mahalle, nam-ı diğer 'Ermeni Mahallesi… Selahaddin-i Eyyubi Camii ne kadar yakın görünüyor. Aklıma yine Ermeniler, kiliseler ve keşke yaşanmasaydı dediğim acıklı olaylar geliyor. Beride yeşillikler içinde Urfa'nın en güzel yerlerinden Halilürrahman ve Aynzeliha Gölleri, çevrede irili ufaklı tarihi çok güzel camiler… Sağda Hasan Padişah, solda Rızvaniye, beride Dergah… Mevlid-i Halil Camiinin ötesindeki Hz. İbrahim Mağarasının önü yine kalabalıktır. Avluya inip yemlenmeye alışmış güvercinler, şimdi şu sıcakta üst taraftaki kayaların gölgesine sığınmıştır. Caminin güneyindeki mezarlar kaderine terk edilmiş; bir avuç toprağa dönüşmüş sahipleri bir duaya muhtaç… Öte tarafta hep bir Ortaçağ havası taşıyan tarihi çarşılar, hanlar... Şu anda on binlerce kişi alışverişle meşguldür. Biraz daha batıya doğru sur dışına kaydırdım bakışlarımı. Kızılkoyun Nekropol'ü ve doğusunda Arkeoloji ve Mozaik Müzeleri ziyaretçilerini bekliyor. Sakıb'ın Köşkü'nde eski debdebeden eser yok. En batıda ise en son dolaştığım Haleplibahçe, Mance, Dede Osman ve Yakubiye Mahalleleri… Yakup Kalfa Okulunun yerindeki şimdi olmayan manastırın fotoğrafları geliyor gözümün önüne. Ve şimdi evlerin altında birer fosseptik çukuruna dönmüş olan binlerce kaya mezarı. Kalenin güneyinde ise buradan göremediğim Eyyübiye… Bu son mahallelerin hepsi birer gecekondu okyanusu gibi uzanıyor. İçlerindeki yoksul insanlar, çağın imkanlarından uzak, sadece yaşama mücadelesi veriyorlar. Zavallı insanlar, acıklı hayatlar…

Eski Urfa'da yürüyüşe başlamamın üzerinden tam bir buçuk yıl geçti. Başlarken plansız programsızdı. Sonra belli bir sıraya koydum. Mahalle mahalle, sokak sokak yürüdüm. Galiba başka bir örneği yok. O günden beri hemen hemen başka hiçbir şey okumadım. Bütün okumalarım, araştırmalarım, soruşturmalarım Urfa üstüne. Urfa'nın, dünü, bugünü ve benim hayallerini kurduğum yarını… Bu süre içinde daha önce görmediğim çok yer gördüm, bilmediğim çok şey öğrendim, duymadığım çok şey duydum, düşünmediğim çok şey düşündüm. Bu arada, gerçek ve sanal alemde tanımadığım birçok kişiyi tanıdım, az tanıdığımı çok tanımaya başladım.

Zaman zaman sevindim, mutlu oldum; zaman zaman üzüldüm, hatta kahroldum. Fakat Urfalı olmaktan, Urfa'da yaşamaktan dolayı hep mutlu oldum. Urfa, ben oralı olduğum ya da orayı yazdığım için değil, gerçekten çok özel ve güzel bir şehir…

Şu önümde uzayan toprakların geçmişi şimdilik on iki bin yıl öncesine kadar gidiyor. Paleolitik dönemin de izleri var ama özellikle Neolitik dönemin izleri muhteşem. Kim bilir daha nice 'Taş Tepeler' çıkacak ileride. Belki çok daha öncesine ait yerleşim yerleri ve eserler… Tabii sonraki dönemin eserleri de… Bu topraklarda yaşamış sayısız devletin, medeniyetin, topluluğun izleri… O kadar farklı etnik kökenden, dinden, kültürden insan… Yüz milyonlarca kişi… Şu üzerinde şimdi 2,5 milyon insanın yaşadığı toprakların altında yüz milyonların canı var, kanı var. Onların bıraktığı maddi ve manevi kültürün, inancın izleri var. Dinimizde, dilimizde, yaşayışımızda, düğünümüzde ve yasımızda, giyim kuşamımızda, yiyip içmemizde, her şeyimizde, bazısı belirgin, bazısı gizlenmiş, bazısı şekil değiştirmiş olarak… Kan da, acı da, gözyaşı da var. Sevinç de, mutluluk da, gurur da…

O kadar kıymet bilmememize, o kadar hoyrat davranmamıza rağmen hala sahip olduğumuz tarihi miras ve tarihi doku, Urfa'yı sadece ülkemizin değil, dünyanın sayılı ve özel şehirlerinden biri yapıyor. Kaybolup gidenler geliyor aklıma; üzülüyorum. Gözlerimizin önünde kaybolmakta olanlar için içim gidiyor. Kurtardıklarımıza seviniyorum.

İçimde bir umut var, daha doğrusu umutlu olmak istiyorum. Bir gün daha bilgili ve ilgili yöneticiler gelecek işbaşına. O zaman ülkemizin ve ilimizin maddi ve manevi imkanları daha iyi olacak. Bir yandan yerin altından yeni eserler gün yüzüne çıkarılırken, bir yandan da yerin üstü o tarihi geçmişine uygun bir şekilde dizayn edilecek. Hangi dinden ve kültürden olduğuna bakılmaksızın insanlığın ortak mirası gün yüzüne çıkarılacak ve en güzel bir şekilde sergilenecek. Kızılkoyun gibi Yakubiye ve Eyyübiye'deki kaya mezarları da üzerlerindeki gecekondulardan arındırılıp temizlenecek. Bir gün o muhteşem surlar yeniden canlandırılacak. İnsanlar dört bir yanındaki tarihi kapılarından Eski Urfa'ya girecek ve her tarafı tarih kokan sokaklarında rahatça dolaşacaklar. Her taraf bakımlı ve tertemiz olacak. İçinde yaşayan insanlar, nasıl bir şehirde yaşadıklarının bilincinde oldukları için onu en güzel şekilde değerlendirecekler, temsil edecekler.

Yoksulluk bitmeyecek belki ama oldukça azalacak. Şehrin varoşları deyimi geride kalacak. Eski Urfa'ya yakışan yeni bir Urfa kurulacak. Çocuklarımız, ailelerinden terbiye, okullarından kaliteli bir eğitim alacak. Ve bu kadim şehrin insanları huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşayacak…

Bir baktım hayallere kapılmış gidiyorum. Yaşım bir hayli ilerledi ama içimdeki çocuk hala yaşıyor ve şimdi olduğu gibi zaman zaman sesini yükseltiyor. Fakat gittikçe daha az, daha cılız ve daha kısa süreli. Sonra tecrübenin acı gerçekçiliği öne çıkıyor. Hayat hayale galebe çalıyor.

Yine bugüne döndüm. Şehrin insanına odaklandım.

Şu önümde arkamda uzanan, şu gördüğüm göremediğim evlerin içinde bir milyondan fazla insan yaşıyor. Öteleri, ilçeleri, köyleri de sayarsak, iki milyondan fazla, Suriyelileri de sayarsak iki buçuk milyon insan… Çeşit çeşit, renk renk… Her birinin hayatı da, iç dünyası da kendine mahsus. Yerliler, yabancılar… Şehirliler, köylüler… Zenginler, fakirler… İyiler, kötüler… Mutlular, mutsuzlar… Gülenler, ağlayanlar…

Urfa bütün bunların hepsinin şehri. Urfalı, bütün bu renkliliğin ortak ismi. Daha güzel, daha müreffeh, daha huzurlu ve mutlu bir Urfa'da yaşamak bütün Urfalıların hakkı ve özlemi.

Şehirde büyük bir devinim var. Değişim devam ediyor. Benim yürümeye ve yazmaya başladığım son bir buçuk yıl içinde bile birçok değişiklik oldu, yıkılan oldu, yapılan oldu.

İyiye mi gidiyoruz, kötüye mi? İyiler ve kötülerin mücadelesinde kim kazanırsa ona doğru. Korku ile umut arasındayım. Son zamanlarda elimde olmayarak gittikçe artan oranda korkularım öne çıkıyor, ama ben hep umuttan yana koyuyorum tercihimi. Urfa'nın dününü yazmaya, bugününü yaşamaya çalışıyorum, yarınına dair de hayal kuruyorum. Ömrüm ne kadarına vefa eder bilemiyorum.

Aklıma son zamanlarda daha çok hatırladığım ve kendime gittikçe daha yakın hissettiğim ölüm geliyor. Şu bir buçuk yıl içinde nice tanıdığım, sevdiğim insan öldü. Her biri ile ayrı ayrı yandı yüreğim. Tabii ki en çok yeğenim, ablam, babam için… Bir gün, belki de çok yakında, ben de her şeyi yüzüstü bırakıp onların kervanına katılacağım. Doğrusu bu yürüyüşleri bitiremeyeceğimi düşündüğüm çok zamanlar oldu. Bitiremeseydim bir de onun için üzülürdüm. Çok şükür bitirdim. Ve fakat ne zamana kadar devam edecek bu ömür? Kafam hep bu soruyla meşgul. İşte bak, yine gelip kendini hatırlattı. Sonra da, aslında aklımdan hiç çıkmayan o ayetleri hatırladım: 'Her nefis ölümü tadacaktır.' (Al-i İmran, 185) 'Doğrusu biz Allah'a aitiz ve sonunda yine O'na döneceğiz.' (Bakara, 156) Döneceğiz ve yaptıklarımızın hesabını vereceğiz. Ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızın, söylememiz gerekirken söylemediklerimizin, yazmamız gerekirken yazmadıklarımızın…

Bir an henüz içinde bulunduğum ana döndüm. Yaşadığımı, yorgun ve aç olduğumu fark ettim. Ölümü düşünürken yaşamaya çalışmak ne garip şey! Şu koca Urfa'da ve Türkiye'de ve dünyada yaşamakta olan sekiz milyar insanın hepsi benim gibi ölüme mahkûm. Fakat henüz yaşıyorlar, yaşarken de bir şeylerin mücadelesini veriyorlar. Kimi sadece biyolojik varlığını sürdürmeye çalışıyor, kimi bir inancın, ideolojinin, idealin peşinde. Çoğu sadece kendini düşünürken, pek azı başkalarını da düşünüyor, yaşarken yaşatmanın de derdinde. Bir de yaşamak için, daha iyi yaşamak için başkalarına zarar verenler, zulmedenler var. Onlar da ölecekler. İyi ki de öyle. Ölüm herkesi eşitleyecek. Sonrasında 'Büyük Hesap Günü'… Yine dönüp o güne takıldı düşüncelerim. Herkes kendi hesabını yalnız verecek… Ben de benimkini… Gittikçe daha da yaklaşıyorum o güne…

Sonra yeniden Urfa'ya dönüyorum. Geçtiğimiz yılın kasım ayında kaybettiğimiz, şiirin ve tefekkürün büyük üstadı Sezai Karakoç'un 'Kış Anıtı' şiirinden mısralar dolanıyor dilime:

'Şam ve Bağdat kırklara karışmıştır

Elde kala kala bir Mekke bir Medine kalmıştır

O da yarım kalmıştır

Urfa ufala ufala

Bir pul olacaktır çarpık balıklar üstünde

Belki bir toz bulutu

İstanbul'a küflenmiş

Bir Avrupa akşamı dadanmıştır

Eski şehirlerin kimi göğe çekilmiş

Kimi yedi kat yerin dibine batmıştır'

Böyle mi olacaktır, başka türlü mü olacaktır, zaman gösterecektir. Onu da o zamanda yaşayanlar görecektir. Benim ömrüm ne kadarına vefa eder, Allah bilir.

Kalkıp Emrah ve İsmet beylerin oturduğu duldaya doğru yürüdüm. Daha yeni oturmuştum ki, güzel bir sürpriz oldu, Prof. Gülriz Kozbe ve ekibin diğer üyeleri geldi. Kendisi gibi Batman Üniversitesinden yardımcıları Öğretim Görevlisi arkeolog Akarcan Güngör (Van) ve uzman arkeolog Yunus Akgün (Batman) ile arkeolog Habip Uçar (Batman)… Çok sevindim. Böylece daha önce birkaç defa telefonda görüştüğümüz Gülriz Hocayla yüzyüze de tanışmış olduk ve diğerleri ile. Hepsi bölge insanı. Onların dediğine göre aslen İzmirli olan Gülriz Hoca da buralardan sayılır. Çünkü hep buralarda çalışmış, buralılarla kaynaşmış. Hepsinin yüzü gülüyor. Az sonra onların geldiğini duyan işçiler de geldiler.

Ekibin en büyüğü İbrahim Karademir'in şairliği de, hatta şiir kitabı da varmış. Cebinden çıkardığı bir kağıttan Gülriz Hoca için yazdığı şiiri okudu; daha önce İsmet için yazdığı şiiri de bir başka arkadaş okudu. Alkışladık, tebrik ettik şairi. Beni en çok memnun eden, aralarındaki samimiyet, sevgi, saygı oldu. Bunda en büyük rol şüphesiz ekibin başında bulunan Gülriz Hocanındı. Fakat hepsi iyi niyetli, çalışkan, güzel insanlar… Bir şeyler yiyip içerken kısa neşeli bir sohbetimiz oldu. Sonra da her şey için çok teşekkür ederek ayrıldım yanlarından ve Kale'den.

Merdivenleri yorgun argın inmeye başladım. O uzun maraton bitmişti işte! Bedenim yorgun, kafam durgundu, kalbimse karmaşık duygular içinde bocalıyordu. Bitirebildim diye sevinçli, bitti diye hüzünlüydüm. Bütün bitişler gibi hüzün gelip çökmüştü içime.

Ezan okunmaya başlayınca doğru Mevlid-i Halil Camiine yöneldim. Namazdan daha iyi ne teselli ederdi beni? Bir gün herkes ölecek, bir gün her şey bitecekti. O'ndan gelmiştik, O'na dönecektik. İyi ki de öyleydi…