ALTINCI BÖLÜM

2 Haziran. Son yürüyüşümün de sonuna geldim. Tam bir buçuk yıl önce başladığım bu eski Urfa yürüyüşlerinin bugün son günü. İçimde bir eziklik var. Bütün bitişler gibi bu da beni hüzünlendiriyor.

Urfa Kalesi artık ne hikmetse Yakubiye Mahallesi'ne dahil edilmiş. Aslında Dergah Platosu'nun ayrılmaz bir parçası olduğu için Göl Mahallesi yürüyüşüm sırasında uzun uzun söz etmiştim. Ancak, güvenlik sebebiyle 2018'den itibaren ziyarete kapatıldığı için çıkıp gezememiş ama ileride o izni alıp yürüyüşümü orada tamamlamanın hayalini kurmuş, aradan geçen süre de o umudu korumuştum.

İki gün önce Urfa Kalesi kazı başkanı Prof. Dr. Gülriz Kozbe ile konuştum; o da kendisi orada olamayacağını ama çalışma arkadaşlarına haber vereceğini, onların da bana yardımcı olacaklarını söyledi. Ayrıca aynı gün saat 16.30'da da kendisi ile kazı merkezinde buluşup röportaj yapmak üzere anlaştık. O gün, bugün.

Sabah saat 10.00 civarında otobüsten inip Kale Eteği'ne doğru ilerledim. Hava bir hayli sıcak. Genellikle temmuz ve ağustos aylarında gördüğümüz bu sıcakların haziran başında görülmesi endişe verici.

Bölgedeki gecekondulaşma, 1990'larda Kale'nin eteklerine kadar yayılmıştı. Benim de Urfa'ya geldiğim o yıllarda Vali Ziyaeddin Akbulut öncülüğünde başlatılan Dergah Platosu projesi çerçevesinde buralardaki gecekonduların temizlenmesi de planlanıyordu. Öyle oldu. Yıllar içinde o gecekondular ortadan kaldırıldı. Tamamı yeşil alana dönüştürüldü, çok sık olmamakla beraber ağaçlandırıldı, çiçeklendirildi ve çimlendirildi. Bölgenin tamamı gibi buralar da nekropol alanı olduğu için kaya mezarları ortaya çıkarıldı, temizlendi. Kötü amaçlarla kullanılmasın diye girişleri, bazısının da üzerleri demir parmaklık ve ızgaralarla kapatıldı. Arada ahşap gezinti yolları oluşturuldu. Banklar atıldı. Çok güzel oldu.

Yakup Kalfa Caddesinden girdim, Sefalı Caminin doğusundan yukarıya doğru birkaç sokak çıktım. Fuzuli Caddesinden yolun karşısına geçtim. Artık Kale'nin eteklerindeyim. Beyaz pamuk bulutlarla süslü masmavi gökyüzü, yemyeşil yeryüzü ile muazzam bir uyum yakalamış. Çok güzel görünüyor. Etrafta hemen hemen kimsecikler yok. Bu sıcakta kim ne yapsın zaten? Doğrusu işime de geliyor. Zor bir güzergah olacak. Hem sıcak, hem yokuş. Uzun zamandır yürümediğim için çok zorlanacağımı düşünüyordum. Fakat öyle olmadı. Yine büyük bir zevkle yürümeye başladım. Amacım en tepeye, Kale'nin hendeğine kadar çıkmak, oradan da Kale'nin kapısına kadar yürümek.

Yürüdüm, yürüdüm, merdivenleri çıktım, sağa döndüm, sola döndüm, yoldan ayrılıp yokuşları tırmandım. Yine görenlerin 'Bu adam ne yapıyor?' diyebileceği kadar genç işi yapıyorum.

Kaya mezarlarına yanaşıp içlerini kontrol etmeye çalışıyorum. Parmaklıkların arkasındaki görüntüler hiç hoş değil, çerçöp dolu. Arada daha büyük ve önü açık mağaralar da var. Bunlardan birinin önünden geçerken kenarındaki küçük boşlukta birilerinin tıkış tıkış oturduklarını görünce bir an endişelendim. İyi bir şeyler yapmadıkları kesindi. Muhtemelen uyuşturucu kullanıyorlardı. Biri dışarı doğru çıkınca kendimi her ihtimale hazırladım. Ancak adam bir şey demedi. Geçip gittim.

Nihayet en tepedeyim. Kale'nin etrafını çevreleyen hendeği bu taraftan hiç görmemiştim. Çok etkileyici bir görüntüsü var. Bana filmlerde, belgesellerde çok gördüğüm Amerika'nın kanyonlarını hatırlattı. Onları uzun asırlar boyunca ırmaklar, seller oluşturmuş; bu ise, kanyonlara göre çok daha kısa sürede insanlar tarafından savunma amaçlı kazılmış. Güvenlik amacıyla boydan boya tel örgü ile çevrili. Tel örgüsüz fotoğraf çekebilmek için aralıktan ellerimi sıkıştırdım. Uçları bileğimi boydan boya çizdi. Şimdi telefonum elimden düşecek olsa bir çuval inciri berbat ederim ama yine de kendimi alıkoyamıyorum. Bu yürüyüşlerim sırasında daha önce de bu duyguyu çok tattım. İnsan bir hedefe kilitlenince, uğruna her türlü riski göze alabiliyor. Benimkisine nispetle çok daha büyük hedefler için çok daha büyük riskleri göze alanları şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Kendimi bazen macera peşinde koşan adrenalin tutkunlarına benzetiyorum. Bunun çok abartılı bir benzetme olduğunun farkındayım. Olsun, benim ki de kendi çapımda.

Karşıda Kale'nin olduğu tarafta çalışanları görüyorum. Her biri farklı işlerle uğraşıyor. İki kişinin el arabası ile hendeğe döktüğü toprağın rüzgarın etkisi ile savrularak bir anlığına beni de içine alması gam değil, maceramın bir parçası.

Önce güneye doğru ilerleyip hendeğin o tarafını seyrettim. Sonra geri dönüp hendeksiz kuzey tarafından aşağıya doğru ilerledim. Vakit ilerliyor, beni bekleyenleri daha fazla bekletmemeliyim.

Geçmişte Kale'ye çok çıktığım halde bu kadar dibine sokulmamıştım. Yalçın kayalardan yukarıya doğru başımı kaldırıp bakıyorum. Aklıma yine tarih geliyor. Savaşlar, kale kuşatmaları, savunmaları… Bu kalenin önünde de o türden savaşlar yapıldı mı? Benim bulunduğum yerden yukarıya kanca atıp tırmanmak isteyenler ve tırmananlar oldu mu? Şu an yürüdüğüm yerler şimdiye kadar kim bilir hangi olaylara şahit oldu? Buralara kaç kişinin kanı aktı? Bir an, o tür olayları bir film sahnesinde seyrediyormuşum gibi heyecanlandım.

Nihayet Kale'nin giriş kapısındayım. Görevliye kendimi tanıttım; haberi olduğu için, buyur dedi kibarca. Siyah boyalı kalın demircağlardan oluşan iki çenetli kapının üzerindeki sarı boyalı levhada, Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü Müsteşarlık Makamının 15.02.2018 tarihli onayı ile kalenin güvenlik önlemlerinin alınmasına ve ziyarete uygun bir düzenleme yapılmasına kadar geçici olarak ziyarete kapatıldığı yazılı.

Hatırlıyorum 1 Ocak 2018 tarihinde arkadaşları ile Kale'yi ziyaret eden Halil Dağ isimli bir vatandaşımız, selfi çekeyim derken kayalıklardan düşüp ölmüş, bir süre sonra babasının düştüğü yeri görmek isteyen kızı da düşüp ağır yaralanmıştı. Bu olaylar sadece Urfa'da değil, bütün Türkiye'de günlerce tartışılmış, selfi merakının insanın başına ne işler açtığı konuşulmuştu.

Kapının bana göre sol tarafındaki gümüş renkli başka bir metal levha üzerinde Türkçe ve İngilizce olarak Kale hakkında şu bilgi veriliyor:

'Şanlıurfa Kalesi'nin MÖ 9500 yıllarına ait Neolitik bir höyüğün üzerine kurulduğu tahmin edilmektedir. Kalenin yanı başında bulunan ve Şanlıurfa Müzesi'nde sergilenen 11.500 yıllık Balıklıgöl Heykeli (Urfa Adamı), kalenin de içinde bulunduğu Balıklıgöl Havzası'nın tarihsel sürecinin ne kadar geriye gittiğine dair önemli bir kanıttır. Kalenin kuzey sur duvarları üzerindeki Korint başlıklı iki anıtsal sütun, Edessa kralı IX. MANU döneminde, MS 240-242 yılları arasında yapılmıştır. Yüksekliği 17.25 ve çevresi 4.60 m. olan sütunların arası ise 14 m'dir. Doğudaki sütunun kente bakan yüzünde yer alan Süryanice kitabede: 'Ben askeri komutan BARŞAMAŞ (Güneşin oğlu )'ın oğlu AFTUHA. Bu sütunu ve üzerindeki heykeli veliaht Prens MANU'nun kızı, kral MANU'nun eşi, hanımefendim ve velinimetim kraliçe ŞALMETH için yaptım' yazılıdır. Kalenin 812-814 yıllarında Abbasiler Dönemi'nde yapıldığı tahmin edilmektedir. Kalenin üç tarafı, kireç ana kayaya oyma, derin bir savunma hendeği ile çevrilidir; kuzey tarafı ise sarp kayalıktır. Şanlıurfa Kalesi'nde sürdürülen arkeolojik kazılarla Neolitik Dönem'den Osmanlı Dönemi'ne kadar uzanan birçok uygarlığa ait yapı kalıntıları saptanmaktadır.'

Göl Mahallesi yürüyüşüm sırasında uzun uzun anlattığım bu ve benzeri konuları, ikindi sonrası kendisi ile röportaj yaptığım kazı başkanı Prof. Gülriz Kozbe'ye de sordum. Hocamız, bir bilim insanı ciddiyetiyle, Kale hakkındaki bilgilerin bir kısmının şimdilik birer iddia olduğunu, kazılarda elde edilecek belge ve bulgulara göre doğru veya yanlışlanabileceğini belirtti.

Buranın geçmişi de Neolotik Çağa kadar çıkabilirmiş. Ancak kazıda henüz o döneme ait bir ize, bir höyüğe rastlanmamış. Fakat bu olmayacağı anlamına gelmezmiş; benzeri başka kalelerde illa daha eski dönemlere ait bir höyük olurmuş. Nitekim şu anda Şanlıurfa Arkeoloji Müzesinde sergilenen ve 'Urfa Adamı' olarak adlandırılan heykelin, Kale'nin hemen kuzeyinde, Balıklıgöl'de ortaya çıkmış olması, bunun bir göstergesiymiş. Yine bugün (röportajı yaptığımız gün) gelen bir çakmak taşı parçası da buna bir işaretmiş. Kazının ilk zamanlarında Erken Tunç Çağına tarihlenen, Urfa bölgesinde yaygın olarak görülen bir seramik grubuna ait tek ve küçük bir seramik parçası da bulunmuş. Ancak ne o çakmak taşı Neolitik dönemin, ne de o seramik parçası Tunç Çağı'nın burada yaşandığına dair tek başlarına delil olamazlarmış. Kesin hüküm vermek için bunların daha çok ve bir tabaka halinde bulunması lazımmış. Kazının devamında onlara da rastlanabilirmiş. Umutluymuş. Çünkü alan Neolitik bir mevkie benziyormuş. Belki Kale'nin eteklerinde, özellikle doğu kesiminde bir şey yakalamak mümkün olabilirmiş.

Hocamızın bilim insanı ciddiyetine uygun temkinine elbette saygı duymak lazım. Fakat o işaretler yine de heyecan verici. Urfa'da son yapılan kazılarla beraber hayallerimiz o kadar büyüdü ki, gönül hep daha eskisini, daha fazlasını umuyor, istiyor.

Peki, Kale'ye dair daha sonraki kesin bilgiler?

Kale'nin ilk olarak Seleukoslar döneminde (M.Ö. 323 - M.Ö. 63) yapıldığı görüşü teyide muhtaçmış. Bölge, İskender'in ölümünden sonra generallerinden Seleukos'un eline geçmiş ama Kale'de Seleukosların izlerine henüz rastlanmamış. Fakat, Kale'nin, onların zayıflamaya başladığı dönemde Urfa'da kurulan Arami kökenli Edesssa (Abgar/Osroene) Krallığının 'stabel' dediğimiz iç kalesi olduğu kesin. Kale üzerindeki çift sütun da bilindiği gibi Edessa Krallığı zamanına ait. Doğu sütununun kuzeye bakan yüzündeki Süryanice kitabe bunu açıkça ortaya koyuyor.

Hocamıza göre bu sütunların üzerine oturduğu o döneme ait bir mimarinin de olması gerekiyormuş; bu yüzden sütunların arasını kazmaya başlamışlar. Sütunların üzerindeki heykellerin İslami dönemde yıktırıldığını tahmin etmek de zor değil.

Roma İmparatorluğu 395'te ikiye ayrılınca bölge Doğu Roma'nın payına düşüyor. Hendek duvarlarındaki kesik kaya mezarları buranın Romalılara ait nekropol alanı olduğunu da ispatlıyor.

Kale'nin Abbasiler tarafından yaptırıldığı ya da restore edildiği şeklindeki yaygın görüş de teyide muhtaçmış. Olabilirmiş, ancak Kale'de buna dair, en azından şimdilik bir ize rastlanmamış. Kitabesi var ama arkeolojik malzemesi yokmuş. Eyyubilerin izleri kesin. Hem kitabesi hem arkeolojik malzemesi varmış. Sütunların doğusunda, merdivenlerle inilen ve saray olduğu tahmin edilen bir kalıntıda ortaya çıkan seramikler ise oranın Memlûklara ait olduğunu tahmin ettiriyormuş.

Kale'de Karakoyunlu, Akkoyunlu, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait izlerin olduğu da kesin.

Osmanlı zamanında imparatorluğun içinde kaldığı için askeri olmaktan çok idari amaçlı kullanılmış olup son zamanlarına doğru artık ihtiyaç kalmadığı için terk edilmiş. Ve her metruk yer gibi burası da kısa zamanda yıkılıp harabeye dönmüş. Ancak bazı kemerli dulda kısımları bir takım yoksul ve kimsesiz ailelerin sığınağı olmuş ve bu durum Cumhuriyet döneminde de 1950'lere kadar devam etmiş.

Hocamıza Kale ile ilgili dini rivayetleri ve efsaneleri de sordum. Doğrusu 'Ben bir bilim insanıyım, bunlar beni ilgilendirmiyor' deyip kestirip atabileceğini düşünmüştüm. Öyle yapmadı ve bir bilim insanına daha çok yakışır bir tavırla Urfa'nın üç ilahi din için de kutsal ve önemli bir yer olduğunu söyledi. Hz. Musa'nın Soğmatar'a kadar geldiğini, Edessa Krallığının Hıristiyanlığı resmi din olarak ilk kabul eden devlet olduğunu, Müslümanlar için de Urfa'nın 'Peygamberler Şehri' olduğunu hatırlattıktan sonra bütün bunların Kale ve içinde bulunduğu bölge ile ilişkisi olabileceğini ama ortaya bir bulgu ve belge koymadan kesin bir şey söylemenin doğru olmayacağını belirtti. Bu arada o çift sütunun mancınık olmadığını da özellikle belirtme gereği duydu.