DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

İki gün sonra. 12 Mayıs 2022 Perşembe. Yavuz Selim İlkokulunda açılan özel eğitim öğrencilerinin ürünlerinden oluşan özel bir sergiye davetliydim. Çıkışta, isteğim üzerine beni Urfa Kalesi'nin batı tarafında bıraktılar. Böylece mahalledeki yürüyüşüme devam ettim. Hedefim Yakubiye, Dede Osman ve Mance Mahallelerinde yürümek. Her taraflarını, her sokaklarını değil, genel bir kanaat sahibi olmak için bazı cadde ve sokaklarını… Birincisi, tarihi bir niteliği yok ve her taraf birbirine benziyor; ikincisi, ara sokaklar tekin değil. Herkes tehlikeli olduğunu söylüyor. Sabah evden çıkarken hanım da her yere girmememi ve dikkatli olmamı istedi.

Fuzuli Caddesinden aşağıya doğru yürümeye başladım. Vakit öğlene doğru. Hava sıcak, fakat henüz idare eder. Sağ tarafımdaki kayaların üzeri kaya mezarları ile dolu. Yukarısı yemyeşil çimenlerle kaplı, basamak basamak Kale'ye doğru çıkıyor. Gökyüzü beyaz pamuk bulutlarla süslü, masmavi. Yer ve gök çok uyumlu, çok güzel. Sol tarafım ise gecekondularla kaplı. Eski, yıpranmış evler yokuş aşağı yol yol iniyor. Sağı yürüyüşümün bir sonraki aşamasına bırakıp sola, 2794. Sokak'tan mahalle içlerine yöneldim.

Kilit taşlarıyla döşeli yollar yokuş, eğri, dolambaçlı ve fakat temiz. Evler, sıvalı sıvasız, boyalı boyasız, eski, yıpranmış, kırık dökük… Ve çok tenha… Çok da sessiz. Arada bir, bir kadına, bir çocuğa rastlamazsam tamamen metruk sanacağım. Aklımdan yürüdüğüm sokakların altında asırlar öncesinden kalan mezarlar ve o mezarların içinde kafatası ve kemik parçalarının olduğu düşüncesini çıkaramıyorum. Tabii lahitler, rölyefler, heykeller, mozaikler ve çok sayıda kandiller, gözyaşı şişeleri…

Bu gözyaşı şişelerini müzelerde çok gördüm. Ağzı dar ve uzun, alta doğru genişleyen, minik cam şişeler… Hep ilgimi çekmiştir. Deniliyor ki, ölünün yakınları ağlar ve gözyaşlarını bu şişelere doldurup ölüyle beraber gömermiş. Ölüm, insanoğlunun en büyük travması, acısı, üzüntüsü, hüznünün kaynağı. Ve yas, insanoğlunun en eski ritüellerinden. Bu gözyaşı şişeleri de bu ritüelin en eski parçalarından biri. Sevginin, vefanın ve üzüntünün sembolik bir ifadesi…

Yüz milyarlarca insan gelip gitmiş… Kaçı bir mezara gömülme şansı bulmuş? Kaçının ardından üzülenler, gözyaşı dökenler olmuş? Tarih, bir çeşit mahşer. Her zaman, ama özellikle bu Eski Urfa yürüyüşlerim sırasında sık sık dönüp bakıyorum; gerçekte ölüp gitmiş, kaybolmuş, sesi sedası kesilmiş milyarlar, gözümde canlanıyor, bir hercümerç, bir uğultu, adeta mahşer manzarasına dönüşüyor. Koca bir dünya, karanlık, kalabalık, izdiham ve kılıç şakırtıları, bombalar, naralar, zafer, imdat ve ölüm çığlıkları…

Bir yanda tepedekilerin saltanat, güç ve zenginlik mücadelesi… Bir yanda onların sebep olduğu savaşların hem zalimi hem mazlumu olan sıradan, yoksul insanlarının yaşama mücadelesi… Asırlar geçmiş ve hiç değişmemiş. Yerin altı gibi yerin üstü de böyle. Ve galiba hep böyle devam edecek.

Aralarında yürüdüğüm bu evlerin içinde kim bilir ne hayatlar yaşanıyor. Kıt kanaat ve mutlaka çok zor şartlarda yaşamaya çalışan insanlar, bir yandan da olabildiği kadar mutlu olmaya çalışıyor. Şu bazı kapı aralıklarında, pencere camlarında rastladığım kadınlar, televizyonlarda gördükleri evlere, kadınların hayatına özenmiyor mu? Yaşlıların hayata dair bir umudu da beklentisi de kalmamıştır. Belki çoğu ele ayağa düşmemenin telaşındadır. Şu arada bir denk geldiğim çocukların dünya umurunda değildir. İyi ki de öyledir. Çoğu bu yüzden en zengin çocuklar kadar mutludur. Fakat gençler… Onların aklı artık dünyaya erdiği için, cep telefonlarından gördükleri, ama kendilerinin mahrum olduğu dünyalıklara özlemleri, hırsları büyüktür. Mahrum oldukları ve mahrum kalacaklarını bildikleri için de en çok onlar dertlidir. Bu yüzden de en riskli olan onların hayatıdır. O mahrumiyet ve o hırs, içlerindeki enerjiyi dışarıya nasıl aktaracak? Kendilerini ne kadar kontrol edebilirler? Aileleri ne yapabilir? Öğretmenleri ne verebilir? En önemlisi onlar, bunların vermeye çalıştığını ne kadar alabilir, almak ister?

Önceki gün doldurduğum mahalleye dair duygu ve düşüncelerim, daha ilk sokağa girdiğim ve ilk manzaraları gördüğüm andan itibaren sökün etti ve beni kıskıvrak yakaladı. Ben buralara yerin altı için gelmiştim, fakat yerin üstündekiler daha çok meşgul etmeye başladı. Moralim bozuk. Bazen, bugünün devasa dertlerinin yanında geçmişle, tarihi eserlerle uğraşmayı, onlara üzülmeyi abes görüyorum, değersiz ve gereksiz buluyorum. Lüks ve fantastik buluyorum. O sokaklar, o eski püskü evler, o evlerin arasında tek tük rastladığım insanlar, kadınlar, çocuklar, o çocuklar gülüyor, oynuyor olsalar bile hüznümü besliyor. Sadece hüznümü değil, kızgınlığımı da öfkemi de… Burada böyle bir hayat mücadelesi verilirken, bu insanlara karşı sorumlu olanların vurdumduymazlığına isyanım var. Zenginliğe, lükse, şatafata tahammülüm yok. Kendimin ve ailemin son derecede mütevazı hayatı bile lüks kaçıyor buralara göre, o yüzden alttan alta mahcubiyet de duyuyorum.

Yakubiye ve Dede Osman Mahallelerini ayıran Yakup Kalfa Caddesine çıktım. Ezan okunmak üzere. Niyetim öğlen namazını Sefalı Camiinde kılmak. Yokuş aşağı doğuya doğru yürümeye başladım. Cadde, iç kesimlere göre olması gerektiği gibi kalabalık. Bu yıl çok pahalı olduğu halde, bu yoksul semtin manavlarında domates, patlıcan, biber gibi sebze kasalarını görmek şaşırtıyor beni. Başlarında, onları almak için bekleşenler de var. Sonra şaşırdığıma şaşırıyorum. Bu mevsimde bunları almayıp da neyi alsınlar? Ne yesin bu insanlar? Yavan ekmek mi? Yine kızıyorum. Biraz da böyle şaşırdığım için kendi kendime…

Kendi içime yönelmiş dalgın dalgın ilerlerken, tam bir bakkalın önünden geçerken, kırk yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim biri selam verip yanıma geldi. Evvel gün de buradan geçmiş olduğu için dikkatini çekmiş olmalı. O çevreden olmadığım belli, bir de sürekli fotoğraf çekiyorum ya… 'Belediyeden mi geliyorsunuz abi? Görevli misiniz?' diye sordu ilk olarak. Belki mahalleye yönelik bir çalışma var diye sevinmiş, umutlanmış. 'Değilim' dedim, sebeb-i yürüyüşümü basitçe söyledim. Hayal kırıklığına uğradı, fakat yine de konuşacak birini bulmuş olmayı fırsata çevirmek istedi. Adı Bülent'miş. Orada oturuyormuş. Ayaküstü bir sürü şey söyledi. Evvel gün Yakup Kalfa İlkokulunda arkadaşların söylediklerini teyit eden şeyler. Mahallenin ağır sorunları. Yoksulluk, hırsızlık, uyuşturucu, şiddet, güvensizlik ve hepsinin kaynağında olan ilgisizlik…

'Burası da Urfa'nın bir parçası… Biz de insanız. Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşıyız. Allah aşkına büyüklerimiz bir el atsın. Burada yaşamak gittikçe daha çok zor olmaya başladı. Hayatımız tehlikede. Kendimizden vazgeçtik, hiç olmazsa çoluk çocuğumuza bir şey olmasın. Geceyi bırak gündüz okula göndermeye korkuyoruz. Ne olacak bu işin sonu? Kavga dövüş yetmiyor mu? İlla ölsün mü insanlar? ...'

Sadece dinledim, anladığımı bilmesini istedim. Fakat ötesi yok. Elimden bir şey gelmez. Ancak uygun ortamlarda konuşabilirim, yazabilirim. Nitekim o günden sonra birçok yerde mahallenin durumundan yana yakıla söz ettim.

Bakkal Bülent'ten ayrıldıktan sonra fazla oyalanmayıp aşağıya doğru yürüdüm. Caddenin bitiminde sağda semtin en eski camisi var. Uzun yıllar önce, hatırlayamadığım bir vesile ile bir defa namaz kıldığımı hatırlıyorum.

Mahalle kurulmaya başladığı zaman bölgenin tamamı gibi buralar da bağlık bahçelik. Tabii arada çok sayıda kaya mezarı da var. Devrin manevi önderlerinden Hacı Müslüm Hafız, semtin bir camiye ihtiyacı olduğunu düşünüp müritlerinden tüccar Hacı Mehmed Sanlı'ya görev veriyor. O da baş üstüne deyip harekete geçiyor. Kendisinin dediğine göre 'şeyhinin himmeti' ile caminin temeli atıldıktan sonra maddi açıdan bir bolluk dönemine giriyor ve inşaat bitiriyor. ( Selahattin Güler , 'Urfalı Nakşibendî Şeyhi Hacı Müslüm Hafız Efendi (K.S.) Hazretleri', Şanlıurfa, 2012, s.74-77)

İçeri girmeden önce etrafında şöyle bir dolaştım. Güney batısında Eski Urfa'nın tipik minber/köşk minarelerinden biri yer alıyor. Çok eski olmadığı için caminin duvarları da, minaresi de sağlam görünüyor. Muhtemel ki yapıldığı tarihten beri hiç restore edilmemiş.

Daha sonra kuzeye bakan giriş kapısına geldim. Krem boyalı demir kapıdan ağaçlıklı küçük bir bahçeye giriliyor. Sonra yine krem boyalı iki çenetli bir kapı daha. Kesme taştan alınlığın altındaki mermer levhada yeni harflerle 'Sefalı Camii, 1957' yazıyor, fakat onun üstünde taşa kazınmış eski harfli yazıda caminin ismi 'Havalı Sefalı Cami' diye geçiyor. Bunun sağında 'Maşallah, sene 1377', solunda 'Sübhanallah, sene 1957' yazısını rahatça okuyabiliyorum.

Girişte tuvaletler var. Buradaki küçük bir oda son cemaat mahalli olarak düzenlenmiş. Böyle bir örneğe daha önce başka bir yerde rastlamamıştım, bana ilginç geldi. Oyalanmadan merdivenlerden yukarı çıktım. Oldukça dik bir tepenin eteğinde olduğu için caminin esas kısmı üst kata inşa edilmiş. İlginçtir, plan ve projesinin de Hacı Müslüm Hafız Efendi'ye ait olduğu söyleniyor. (S.E. Güler, aynı eser, aynı yer)

Üstteki kesme taş döşeli avlu gerçekten havalı ve sefalı, çok güzel. Bir cami için alışılmadık olan isminin sebebi de bu olsa gerek. Harim kısmının girişinde üç gözlü son cemaat yerinin üzeri çapraz tonozla örtülü. Sağ ve sol tarafta, içlerinde demircağlı küçük birer pencerenin yer aldığı birer mihrap nişi bulunuyor. Harim kısmı, çift ayak üzerine çapraz tonozla örtülü iki sahndan oluşuyor. Çok eski değil, ama öyle görünüyor. Mihrabın doğusunda ve batısında duvara gömülü merdivenle çıkılan üstü ahşap kaplama ile çevrili birbirinin aynısı iki balkon var. Sağdaki minber, soldaki vaaz kürsüsü olarak düzenlenmiş. Giriş kapısının üzerinde, çift pencere ile gerideki son cemaat bölümüne bakan müezzin mahfili yer alıyor. Mekanın aydınlığı, altta dikdörtgen, üste küçük kuşgözü pencerelerle sağlanmaya çalışılmış.

Esas dikkatimi çeken, caminin son cemaat mahallinde ve içindeki çok sayıda celi-sülüs yazı. Behçet Arabî hayatta iken yapılan camilerin yazısını hep kendisi yazmış. Bu cami yapılırken de hayatta olduğuna göre o yazmış olmalı diye düşündüm, ama artık aşina olduğum imzasını göremedim. Öğrenmek için, bir süreden beri Urfa'da yaşayan Hattat Adnan Alpay'a sordum. O da yazıların Üstad'a ait olduğunu ve 'ruhi mühendislik eserlerinde nazariyattan kaçınmak için 'ketebe' (imza) olmamasının daha makbul olduğunu' söyledi.

Hepsinin zemini, artık hangi akla hizmetse, sonraları yeşile boyanmış ve yazılar bir hayli deforme olmuş.

Kendi cabamla ve internetin yardımı ile okumaya çalıştım.

Giriş kapısının üzerinde Bakara Suresi 144. ayetinin birçok caminin mihrabında karşılaştığımız bölümü yer alıyor: '…Siz de (Ey Müminler!) nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa (Mescid-i Haram'a) çevirin…'

Son cemaat mahallinin doğusundan batısına doğru Hulefa-i Raşidin, Aşere-i Mübeşşere ve 12 İmam'ın isimleri sıralanmış. İçeride caminin dört bir yanında ise Peygamber Efendimiz'e atfedilen pek çok isim yer alıyor.

Böylesini Urfa'da ilk defa görüyorum.

Mihrab'ın üzerinde ise yine bilinen ibare: 'Zekeriyya onun (Meryem'in) bulunduğu mihraba (bölüme) her girdiğinde...' (Al-i İmran, 37)

Harimin kuzeyinde 1994 yılında yapıldığı söylenilen betonarme bir ekleme bulunuyor. Üzerinin iki tarafında yine betonarme iki küçük minber minare bulunuyor. İçinin batısında cami görevlileri için üç küçük oda, doğusunda ise yine son cemaat mahalli olarak ve talebe okutmak için geniş bir salon var. Caddeye bakan beş geniş kemerli penceresi güzel görünmekle beraber, bu bölüm camiye hiç uymamış. Hele minareler çok kaba ve çirkin.

Az sonra hoca geldi; Abdüllatif Aslan. Henüz çok genç, temiz, güler yüzlü. Ayaküstü biraz konuştuk. Esas hoca başka bir kurumda görevlendirilince kendisini de buraya vekil imam olarak vermişler. Dediğine göre, yakında camide restorasyon yapılacak, bu arada ön taraftaki o uygun olmayan eklenti de kaldırılacakmış.

Hocaya teşekkür edip yürüyüşümü sürdürmek üzere Dede Osman Mahallesine yöneldim.