ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Dede Osman Caddesine çıkıp batıya doğru yokuş yukarı yürüdük. Yakup Kalfa İlkokulu hemen cadde üzerinde, kapısı kuzeye bakıyor. Daha önce telefon ettiğim için bizi bekliyorlardı.

Müdür Odasına geçtik. İdarecilik yıllarımdan beri tanıdığım Ömer Benek, Urfa'nın işini iyi yapan müdürlerinden biri. Müdür yardımcıları Mehmet Yücedağ ve Seydi Almas ile öğretmenlerden Osman Akdeniz ve dersini bitirdikten sonra Memduh Turmak da geldiler. Koyu bir sohbete daldık.

Bugünden girip tarihten çıktık, eğitimden girip turizmden çıktık… Arkadaşlar bölgenin tarihi niteliğinden haberdarlar. Yakın zamanlarda yapılan inşaat çalışmaları sırasında da ortaya kaya mezarları çıktığını söylediler. Bir tanesinin tabanında çok güzel mozaikler varmış. Halktaki hazine beklentisi ve arayışı hala devam ediyormuş. Bir kısım mağaraların fosseptik çukuru olarak kullanıldığını onlar da teyit ettiler. Okulun yerindeki Manastırı ve Aziz Efraim'in mezarını konuştuk. Oradan tarihe, Ermeni meselesine, Tehcir konusuna geçtik. Ömer Benek kendi köylerinde (Hilvan'a bağlı Hoşin) halkın hala 'Gavur Mezarlığı' dediği bir yer olduğundan söz etti. Memduh Bey, büyüklerinden duyduğu Ermenilere dair bazı olayları anlattı. Hepimiz olana bitene üzüntümüzü dile getirdik. Keşke o olaylar olmasa ve asırlarca beraber yaşamış olan Müslüman ve Hıristiyan halklar yine beraberce yaşayabilseydi dedik.

Bölgenin sosyal sorunlarını zaten biraz biliyordum, ancak bildiğimden çok daha fazlasını öğrendim. Her şey tahmin ettiğimden çok daha kötüye gitmiş.

Bölge, Urfa'nın en sorunlu yerleri arasında. Hatta belki en sorunlusu. İşsizlik ve yoksulluk diz boyu. Parçalanmış aileler çok fazla. Böyle bir ortamda yaşayan çocuklar ve gençler de tabii olarak büyük risk altında. Uyuşturucu kullanımı ve bunun sonucu olarak ticareti çok yaygın. 'Gevende Mezarlığı' dedikleri az yukarıdaki mezarlıkta açıkça alınıp satılıyormuş. Sokaklar hiç güvenli değil. Hırsızlık ve şiddet çok fazla.

Konu ister istemez okula, öğrencilere geldi. 600 civarında devamlı öğrencileri varmış. Merak ettiğim bir sorunun cevabını sormadan aldım. Nüfusun, dolayısıyla öğrencilerin yaklaşık üçte biri Suriyeli imiş. O kadar gayrete rağmen eğitim istenilen düzeyden çok uzak. Ve çok ilginç, Suriyeli aileler eğitim konusunda bizimkilerden daha duyarlı, çocukları da daha başarılıymış. Bunu daha önceden başka birçok okuldan ve eğitimciden de duymuştum. Türkiye'den çok geri olduğunu düşündüğümüz Suriyelilerin, mesela yabancı dil öğrenme konusunda da bizden çok iyi olduğunu söylüyor herkes. Yazmak istemediğim daha pek çok sorunu konuştuk.

Moralim çok bozuldu. Mevcut durum çok kötü. Eğitim söz konusu olduğu için gelecek de çok ürkütücü. Bugünler geleceği de ipotek altına alıyor.

Vakit bir hayli ilerlemişti. Bir telefon bekliyordum. Aslında Urfa Kalesi Yakubiye Mahallesi sınırları içinde olduğu halde, ben oradan, ayrılmaz bir parçası olduğu Göl Mahallesi yürüyüşüm sırasında söz etmiştim. Ancak kazı çalışmaları dolayısıyla ziyarete yasak olduğu için çıkamamıştım. Fakat uzun zaman önce, daha yürüyüşlerimi kafamda planlarken, son mahalle olan Yakubiye'ye geldiğim zaman kaleye çıkmaya, yürüyüşümü orada şehri temaşa ederek ve genel bir değerlendirme yaparak sonlandırmaya karar vermiştim. O gün bugün olabilir miydi?

Bu sabah İl Kültür ve Turizm Müdür Yardımcısı Hakan Kutluhan'ı aradım. Kaleye çıkma izni ve mümkünse kazı başkanı Prof. Dr. Gülriz Kozbe ile görüşme talebimi ilettim. Tevafuk, meğer kazı mevsimi başladığı için hocamız da bugün Urfa'ya geliyormuş, yoldaymış. Kendisine benden ve çalışmalarımdan söz etmiş ve telefonumu vermiş. Hemen aradı. Hem kaleye çıkma hem de çoktandır düşündüğüm röportaj teklifimi ilettim, kabul etti. Tabii çok sevindim. Bugün için planlıyorduk. Telefon edecekti. Onun için okul ziyaretimi uzun tuttum. Ancak aradığı zaman işlerinin çok uzadığını, yorgun olduğunu, üstelik kış boyunca muşambalarla kaplı olan kazı alanının fotoğraf çekimi için uygun olmadığını söyledi. Dolayısıyla görüşmeyi önümüzdeki günlere erteledik. Doğrusu benim de işime geldi. Daha geniş bir zamanda ve daha dinç bir kafa ile daha güzel olurdu.

Bunun üzerine arkadaşlardan müsaade isteyip harekete geçtik. Ayrılmadan önce biraz da bahçede dolaştık. Siyah bazalt taşlardan örülü 9 metrelik duvar boyunca yürüdük. Kale duvarları gibi yüksek ve sağlam. Mustafa Biner'in diktiği sarmaşıklar duvarı yer yer kaplamış. Bir zamanlar bahçede bulunan Aziz Efraim ve Theodoros'un kaya mezarlarını ve duvar inşaatı sırasında ortaya çıkan diğer kaya mezarlarını düşündüm. O iki mezar yıkılmış. Diğerleri de şimdi şu devasa duvarın arkasındalar… O an aklıma geldi, biz hep Hıristiyan mezarı diyoruz ve zihnimiz onları şimdiki Hıristiyanlarla özdeşleştiriyor. Oysa bu kaya mezarlarında yatanlar İslam'dan önce yaşamışlar ve bu yüzden onları devirlerinin mümini saymak gerekir. Aziz Efraim de belki Müslümanların evliya sayması gereken bir zat. Fakat onlara gösterdiği muameleye bak… Bir de bunun için yazık olmuş dedim içimden, hayıflandım. Keşke bir yolu olsaydı. Sonra yine umuttan yana kaydı düşüncelerim: 'Bir gün, duyarlı birileri bu duvarı söküp o mezarları ortaya çıkarır mı acaba?'

Bahçenin kuzeyinde 2002'de yapılan bina yakın zamana kadar Haliliürrahman Ortaokulu idi. Meğer o da yukarıya Buhara Mahallesindeki kampüse taşınmış, ilkokul kısmı buraya geçecekmiş. Girip kısa bir tur attık içeride. Memduh Bey, merakımı bildiği için özellikle kütüphanesini göstermek istedi. Kitaplarını büyük ölçüde bir ara burada görev yapan Edibe Aydın öğretmen bağışlamış.

Edibe Hanımı sosyal medyadan biraz tanıyorum. Yakından tanıyanlar çok iyi bir öğretmen olduğunu söylüyorlar. Urfa'nın dışında yaşıyor ama Urfa sevdası devam ediyor. Sık sık eski Urfa'nın sosyal hayatı üzerine Urfa ağzı ile güzel yazılar yazıyor. Birçok öğrenciye burs veren, verilmesine vesile olan bir hayırsever. Kütüphanede yağlı boya bir resmi de asılıydı. Bu yakınlarda Urfa'ya geldiğini duymuştum. Mümkünse kendisi ile görüşmek ve kabul ederse bir röportaj yapmak istiyordum. Biraz hayat hikayesi, biraz bir kadın gözüyle Urfa'nın sosyal hayatı, biraz da Urfa'nın o zamanki eğitimi üzerine… Yazının burasında ara verip telefon ettim. Çok memnun oldu. Ancak iki gün sonra ayrılacağını söyleyince, bu iki günde de programımız uygun olmadığı için görüşmeyi ileriye erteledik. Uzunca konuştuk. Yakup Kalfa, ilk atandığı okulmuş, 1966-1970 arasında görev yapmış. Her geldiğinde mutlaka uğrarmış. Birçok öğrencisi ile diyaloğu devam ediyormuş. 'Bizim zamanımızda Urfa'da kızların aşık olması mümkün değildi, ben de mesleğime aşık oldum.' dedi. Urfa'da toplam sekiz yıl çalıştıktan sonra İstanbul'a gitmiş. Resmi özel çeşitli okullarda görev yapmış. Bunun 15 yılı (1994-2009) ünlü 'Fevziye Mektepleri Vakfı Ayazağa Işık Okulları'nda geçmiş. Toplam 45 yıl süren aktif öğretmenlikten sonra emekli olmuş. 'Bedenim İstanbul'da ama aklım, kalbim Urfa'da… Urfa ile ilgili bana ne düşüyorsa her zaman arayabilirsiniz' dedi. Azmi, enerjisi devam ediyor. İdealist insanları seviyorum.

Okuldan ayrılınca Mehmet Polat ile ancak birkaç sokak yürüdük. Önce okulun batısından güneye doğru, sonra ara sokaklar…

Bir sokaktan geçerken 'Derviş Hoca bu evlerden birinde oturmuş.' deyince özellikle baktım. Aklım gerilere gitti. Bu Eski Urfa yürüyüşlerinin ilhamı ile geçtiğimiz sonbaharda Urfa'da iz bırakan şahsiyetlerle, vefat etmişlerse de yakınları ile röportajlar yapmaya karar vermiştim. İlkini de oğlu Mehmet Yazıcı ile Derviş Hoca hakkında yapmıştım. Demişti ki, 'Babam Urfa'ya geldiği zaman iki yıl kadar Dergah yakınlarında bir evde kiracı oturmuş. Sonra 1964 yılında Yakubiye taraflarında bir parsel arsa alıp kendi evini yaptırmış. Biz 1994 yılına kadar Yakup Kalfa İlkokulu'nun yakınlarındaki Talimhane Sokağında bulunan o evde oturduk.',

Ve devamla sözü ünlü hattatımız Behçet Arabî'ye bağlamıştı:

Behçet Arabî ile Derviş Hoca iyi tanışıyorlarmış. Derviş Hoca Yakubiye'deki evi yaptırınca Behçet Arabî ona demiş ki; 'Hoca benim sana ev hediyesi alacak param yok. Fakat hediye olarak gelip senin evine yazı yazacağım.' Ve sözünü tutup yazmış.

Eyvanın karşılıklı iki odasından birisinin kapısının üstüne Kehf Suresinin 39. ayetini yazmış: 'Bağına girdiğinde 'Maşaallah! Kuvvet yalnız Allah'ındır' deseydin ya!' Altına da kimin olduğunu öğrenemediğim şu beyti: 'İlahî fazlı lütfunla kerem babın küşad eyle/Bu hane sahibin ya Rab iki alemde şad eyle.'

Diğer odanın kapısının üzerine ise 'De ki: 'Ancak Allah'ın lütuf ve rahmetiyle, yalnız bunlarla sevinsinler. Bu, onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.' ayet-i kerimesini (Yunus Suresi, 58); altına da Leyla Hanım'ın meşhur 'Bakma yüzümün karesine rûz-i cezada/Bağışla beni Ahmed-i Muhtar'e İlahî' beytini yazmış.

Mehmet Bey 'O ev de, o kapıların üzerindeki o yazılar da hala duruyor.' demişti.

Şimdi bu kadar yakınına kadar gelmişken girip o evi ve o yazıları görmek ne güzel olurdu. Ancak, muhtemelen evde erkeklerin bulunmadığı şu saatte, kadınların nasıl karşılayacağını bilemediğim için cesaret edemedim.

Bu satırları yazarken Mehmet Beyin Behçet Arabî'ye dair babasından naklettiği ve beni en çok etkileyen o hatırayı da hatırladım:

Üstad, bir ayetin içerisinde veya ayrı olarak her Lafzatullah'ı (Allah adını) yazdığı zaman, şöyle bir geriye çekilir, yazdığına bakar ve şöyle dermiş:

'Ya Rabbi! Senin adını bu kadar güzel yazan bir eli cehennemde yakmazsın değil mi?'

Şimdi içim yine bir hoş oldu. Tarih, ölüm, mezar, vefasızlık, hayıflanma, üzüntü, hüzün gibi düşünce ve duygularla ezilen gönlümün hüznünü katmerlendirdi. Her şey fani, her şey boş! Tek gerçek var, öleceğiz ve Rabbimizin huzuruna çıkıp hesap vereceğiz. İyi ki de öyle… Şu dünyanın kahrına katlanmak için en büyük tesellimiz o. Ceza deyince aklımıza hep kötü ve günahkar diye düşündüğümüz kimseler geliyor. Allah'ın onları mutlaka cezalandıracağını düşünüyoruz, belki özel olarak düşünmüyoruz, alttan alta böyle bir ön kabulümüz var. Ya biz? Bizim hesabımız? Allah'ın bizi affedeceğine dair bir teminatımız var mı? Mesela benim Behçet Arabî gibi 'Ya Rabbi!' deyip ileri sürecek neyim var? İşte tam o sırada bir şeyin farkına vardım. Ben belki Allah'ın ismini Üstad gibi güzel yazamıyorum ama O'na seslenmeyi çok seviyorum. 'Ya Rabbi!' demek çok hoşuma gidiyor. Hele 'Rabbim!' demek... Bu da benim için Ruz-ı Mahşer'de bir af vesilesi olabilir mi?

İlerlerken Mehmet Polat, ünlü türkücü Mahmut Tuncer'in de bu mahallede doğup büyüdüğünü söyledi. Edibe Hanım da Yakup Kalfa İlkokulunda okuduğunu söylemişti. Mahmut Tuncer, Malatya kökenli bir ailenin çocuğu. 1961 doğumlu. Urfa Lisesinde benden bir sınıf önceydi. Hiç tanışmadık. Arkadaşlardan iyi türkü söylediğini duymuştum. Sonradan öğrendim, ilk gençlik yıllarında Urfaspor'da profesyonel futbolcuymuş. Hayatına futbolcu olarak devam etmek niyetinde imiş. 1979 yılında Urfa'nın kurtuluş gününü kutlamak için yapılan gecede esas konuk olan İbrahim Tatlıses gelmeyince teknik direktörü onun sahneye çıkmasını teklif etmiş, o da sahneye çıkıp söylemiş. Bu, onun müzik, daha sonra sinema ve televizyon dünyasına gidişinin başlangıcı olmuş. Ben 1980'lerin başında Konya'da üniversite öğrencisi iken o artık ülke çapında tanınmaya başlamıştı.

Mehmet Beyle yaptığımız kısa yürüyüş sırasında o çok söz ettiğim kaya mezarlarından birine de denk geldik. Tamamen yıkılan bir evin gerisindeydi. Girişi moloz doluydu. İki bölümlü olup ilk bölümün tavanı muhtemelen ateş yakıldığı için simsiyahtı. Daha derindeki ikinci bölümü ise çok karanlıktı, çok kirliydi, çok kötü kokuyordu. Muhtemelen bölgede çok olduklarını duyduğum uyuşturucu bağımlısı gençler tuvalet amacıyla kullanıyorlardı. Girmek istemedim. Mezar ve tuvalet… Birbirinden uzak olması gerekirken burada yakın değil aynılaşan iki mekan… Vah ki vah!

Vakit geç olduğu için yürüyüşümü uzatmak istemedim. Dede Osman ve Yakubiye Mahallelerini birbirinden ayıran Yakup Kalfa Caddesinden aşağıya doğru yürüdük. Sağda Sefalı Camiinin önünden geçip Fuzuli Caddesine ulaşınca Mehmet Beye teşekkür ederek ayrıldım. Yarın veya öbür gün gelip tek başıma dolaşacağım.