Hayat öyle bir hal almıştır ki zaman; kum saati içinde güvensizlik taneciklerini, hızlı bir yılanın kıvrılışı gibi boşaltır ruhlarımıza…. İşte şimdi de öyle bir an.
Nar çiçeklerinin bir bir döküldüğü bu vakitte, yüreğimizde endişe rengi siyaha dönerken zihnimizde oluşuveren düşünceler bir yaprağın yer çekimine yenik düşmeye mahkum olduğu gibi bizi çekmekte kendi içine. Bir tarafımızdan bir şeyler koparır gibi ruhumuzda eksik, düşüncede ise keşkelerin uçuştuğu, gel-gitlerin cevapsız sarmalında dönmekte şafağa takılı kalan gözlerimiz. İnan ki bende mi öyle bir boşluk duygusu var yoksa herkeste mi yaşanıyor bu kırgınlık meteforu bilemiyorum…?
Katı zamanlarda şeytanın şövelyelerinin fütursuzca zehrini boşalttığı morg soğukluklarının yaşandığı anlarda, delik deşik edilmiş yalnızlık duygusuyla, ısındığın kendine yakın bir yürek ateşi olarak kabul ettiğin kalplerin yüreğinden bir bir, çok uzaklara göçüp gittiğini görmek nasıl büyük yıkımlara gebe ise bir zihniyetin ufukta kaybolması da öyle bir şey şu sığ düşünceler arasında.
Kader keskin bir kılıç gibi zehirli kelimelerle saldırmakta düşünce dünyama. Ama neylersin yaşamak; hasretlik, ayrılıklar ve hüzün üzerine kurulu bir erguvan bahçesi: bazende toprağın çehresinde ki çatlakların yağmurla kapandığı umut gibi gelir insana. Ne güzel başlamıştık daha dün gibi ıstıraplar arasında kalp ağrılarımızı tamir edip ruhlarımızı rahmet yağmurlarıyla beslemeye. Nisan yağmurlarının toprağa düşüşünün hayaliyle çınar ağaçlarını sarmalayan allı, morlu, yemyeşil sarmaşıkların sarıp sarmaladığı bir mevsimin hayaliyle kurulu anılar bahçeleri kurmaya.
En kötü anlarda bile birbirimize derman olmaya, umutlarımıza umut katmaya karanlıklar dehlizlerinde bir birimizden habersiz, duayla. Ne güzel başlamıştık eleştiri oklarının bir bir bizleri ölüme mahkum ettiği; beraatimizin gurbet diye bize kesilişinin o sisli karanlık sağnaklarında birbirimize şemsiye olmaya. Ama artık yoksun, yokluğunun varlığında. Kelimeler yetim kalacak ve cümleler nesnesiz, gözyaşları içine akacak sessiz sessiz nar çiçeklerinin diyar-ı karasında.
Akasya hışırtıları sahiplerini arayacak ve ağıtları yankılanacak hoyratlaşan rüzgarın tozunda karşı tepelerde. Ağlama sesleri yükselecek bir daha anılmama korkusuyla. Uzaktan uzağa tebessümün hatırlanacak yokluğunda, uzak yıldızlara bakarak senin manevi değerin anlaşılacak ve güç katarak anbean birer hicret kervanı olacaklar lacivertleşen karanlık aydınlığa, yokluğun ise zifiri çehreleri daha da katılaştıracak insanlara sen yoksun diye…
İnsan bir vakit şahit olacak yokluğunun doğurduğu keder dolu karanlığa, birde arayıpta bulanamayan acizane gözlerindeki hayat ışıltısına. O an kim bilir ab-ı hayat düşüncelerini kime sunmaktasın, o an kim bilir hangi hanede beklenen bir konuksun ve o an kim bilir hicranı bilen hangi Yusuf'un Züleyha'sının yanındasın. Ama unutma ki gecesi karanlık olan bu diyarlarda o senin bıraktığın ışık halen harı olmadan kandiller yakmakta.
Bir tarafa eldeki ekmek tutan taş olmadığını unutma. Unutma ki; zaman yada mekan insanlar arası hakikat üzerine kurulu dostluklarda birer manidar kavram olmaya mahkumdur. Gök olabildiğince acılı, vakit alabildiğince akar dostluklar için… Ve yüreğin atar sonsuzluk kervanına, hep yanar insanın içindeki yaşama arzusu o ateş sönmediği müddetçe. Biz seninle akbir yunus gibi gâh bulanık deryalarda akmadık mı vaktin içi içe geçtiği o demlerde. Bazen de tarutaze çıkmadık mı acıların içinden umutlarımıza.
Her şeye rağmen bu şarlatan zamanın zehirli devrinde, içinde bu tür davranışların benim tarafımda kadre değer birer andı inan ki. Ve o anları aramayacakta, anmayacakta değilim. Şunu da söylemeliyim burada; en çok değer verdiğim, daha doğrusu samimiyetine, harbi oluşuna güvenerek değerli saydığım kişilik(siz) abidelerinin yıkılışını görmek ne kadar acı veriyorsa da insana.
Hayat bu işte… Bunun dışında ne yazsam kar etmez bu katıksız zaman diliminde. Bu durum zaten hayatın şaşırtıcı yönünün ve her şeyden önce de öze dönüşün, sabahın ilk ışıklarının yüreğimize abı-hayat damlamasıdır birazda.
Selam ve dua ile…
Muhabbetle kalın.