YEDİNCİ BÖLÜM
M. Sarmış: Babanız ustalardan öğrenmiş, sonra da kendisi usta olarak başkalarına öğretmiş. Bir kısmının ismi geçti. Hepsini şöyle toplu olarak söyler misiniz?
O. Güzelgöz: Abdullah Balak, Mehmet Özbek, Kazancı Bedih, İbrahim ve Mercan Özkan, Bakır Karadağlı, Aziz Çekirge, Lütfü Emiroğlu, Halil Sezgin, Mehmet Güçlü, Mehmet Delioğlu, Mahmut Tuncer, Zekeriya Ünlü… Bunlar sadece türkü alanlar değil, bizzat yanında bulunmuş, hizmet etmiş, yetişmiş kimseler…

M. Sarmış: Onun öne çıktığı konulardan biri de derleme çalışmaları. Birçok kişi kendisinden türkü derlemiş. Önce bu derleme işi nasıl oluyor? Ondan söz eder misiniz? Bir yerde bir türkü duyup onun peşine mi düşülüyor? Ustalarından duyup onu mu kayıt altına alıyorlar?
O. Güzelgöz: Türkiye'de derleme çalışmalarının tarihi çok eskidir. Cumhuriyet döneminde 1920'li yılların ortalarına kadar gider. Bunların en önemlilerinden birisi Darü'l-Elhan öncülüğünde yapılmıştır. Sonra Ankara Devlet Konservatuarı tarafından sürdürülüyor. Daha sonra Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT) bu işe el atıyor. Sonraki dönemlerde Kültür Bakanlığı müdahil olup TRT ile birlikte önemli çalışmalar yürütüyor. Bütün bu çalışmalar sırasında, köklü ve zengin müzik geleneği dolayısıyla Urfa her zaman en önde gelen şehirlerden biri olmuştur.

Yine biraz önce söylediğim Fikret Otyam ve arkadaşı İlhan Başgöz'ün, başka şehirlerle beraber Urfa'da babamdan yaptığı derlemeler var. Fakat esas derlemeler Mehmet Özbek'in radyoya geçmesinden sonra başlıyor. Özbek Hoca, Ustası Tenekeci Mahmut'tan derlediği bütün eserleri orijinaline en uygun haliyle kayıt altına almış, icra etmiş ve repertuara kazandırmıştır.

Biliyorsunuz, derlemeler sadece müzikle ilgili yapılmıyor. Yani sadece türkü derlenmiyor. Halk kültürünün diğer ögeleri de derleniyor. Atasözleri, deyimler, masallar, hikâyeler, efsaneler, bilmeceler gibi. Bütün bunlar oradaki kültürü ve sosyolojik yapıyı tanımak için de kaynak teşkil ediyor. Bunlar o günün şartlarında teyplerle kayda alınıyor.

Tabii derlemeciliğin bir takım incelikleri var. Ben de yaptığım için biraz biliyorum. O insanları sıkmadan bildiklerini ona söyletebilmek gerekiyor. Bir insana doğrudan bana şunu söyler misin denildiği zaman kolay kolay söylemiyor. Mesela "Şu kimseler şu eseri yanlış okuyor bence." diyorsunuz. O zaman konuya girip "O söz böyledir. O türkü şöyle okunur" diyebiliyor. Oradan başlıyorsunuz. Devamı geliyor. Alabildiğiniz kadar alıyorsunuz.

1973'te Urfalı Osman Nahya'nın da teşviki ile Kültür Bakanlığında güzel sanatlar müdürü olan Yaşar Doruk başkanlığında bir ekip Urfa'ya geliyor. Bunlar babamdan türkü, gazel, hoyrat, atasözü, deyim, hikâye derliyorlar. On beş günden fazla sürüyor. Babamın öğrencilerinin arasında ismi çok bilinmeyen biri var; Ahmet Alaybeyi. Bazen bağlama, bazen cura ile o çalıyor, babam söylüyor. Bazen de müziksiz söylüyor. Bütün Urfa türkülerini söylüyor. Dört yüzden fazla eser kaydediliyor. Bunların bir kısmı notaya alınıp Kültür Bakanlığı tarafından 1977 yılında "Urfa'dan Derlenmiş Türküler ve Oyun Havaları" adıyla yayınlandı. Ekibin başkanı Yaşar Doruk'un adıyla…

Babamın bir özelliği daha var. Sadece Urfa türkülerini, hoyratlarını değil ya da sadece gazeli, mevlidi, ilahiyi değil, başka yörelere ait olan bozlağı da, barağı da aynı ustalıkla okuyabiliyor. Herkes onu yapamaz. Mesela herkes araban gazel olarak neyi biliyor? Şair Abdi'nin "Hüsnün senin ey dilber nadide kamer mi/ Huri misin ey afet-i can yoksa beşer mi" beytiyle başlayan gazelini. Urfa repertuvarında bundan başka araban gazel yok. Babam başka bir gazelin sözleri ile de bu araban gazeli okuyor. Kalan Müziğin birinci bandında var.

Türk halk bilimini araştıran Japonya'nın Tokyo Üniversitesi'nden Harumi Koshiba isimli kadın bir akademisyen babamla ilgili bir tez hazırlamak için 1977 yılında Urfa'ya, bizim eve geldi. O sırada araştırma görevlisiydi; Türkiye'de ve Urfa'da yaptığı çalışmalarla daha sonra doçent ve profesör oldu. Şimdi emekli bir Türkolog.

Amerika'nın Şikago Üniversitesinden gelen bir araştırmacı kendisinden bazı halk hikâyeleri derliyor. İngiltere'den, Almanya'dan derleme yapmak için Urfa'ya gelen araştırmacılar oluyor. Bu iş için en uygun kimseleri araştırıyorlar. Muhtemelen valilik, belediye veya kültür müdürlüğü onları babama yönlendiriyor. O sıralarda babam tenekeciliği bıraktığı için müzede veya halk kütüphanesinde çalışıyor. Bazen oralarda buluşuyorlar, daha çok da evimize geliyorlardı. Urfa'dan da başta ve en çok Abuzer Akbıyık olmak üzere, Sabri Kürkçüoğlu, Mustafa Görgen gibi isimler kendisinden derleme yapmış, bunları çeşitli kitap, dergi ve gazetelerde yayınlamışlardır. Ben de 1981 yılında çok kapsamlı bir derleme çalışması yaptım ve kayıt altına aldım.

M. Sarmış: Kendisinden derlenen çok türkü var. Ama bir tanesi şu yaşadığımız 6 Şubat depremi dolayısıyla son zamanlarda çok popüler oldu. "Maraş Maraş derler de bu nasıl Maraş / Al kızıl kan içinde can veren kardaş" diye başlayan uzun hava. Biraz araştırdım, aslında Kurtuluş Savaşı ile ilgili, ama bazı sözleri depreme de çok uyuyor. Birçok sanatçı seslendirmiş. Deprem görüntüleri eşliğinde çok sayıda klip de hazırlandı. İnternette, sosyal medyada rekor derecede dinlenildi. Ben de çok etkilendim. Kaç kere dinlediğimi hatırlayamıyorum bile. Babanızdan derlenmiş. Bir Maraş türküsünün babanızdan derlenmesi nasıl oluyor?
O. Güzelgöz: Öncelikle bir hususu belirtmek istiyorum. Bir türkünün sözlerinde bir şehrin adı geçiyorsa, genellikle o türkünün o şehre ait olduğu zannediliyor. Oysa her zaman öyle olmaz. Birkaç misal verecek olursak… Mesela "Bir mektup yazdırdım Urfalı kızına" türküsünde Urfa geçiyor diye Urfa türküsü olarak repertuvara girmiş. Oysa Adıyaman türküsüdür. Adıyaman'da veya Urfa'da askerlik yapan bir Adıyamanlının bestesi. Artık mektubunu Urfalı kızına nasıl yazdırmışsa yazdırmış. Başka bir örnek, "Ordumuz gitti, Muş'a dayandı" türküsünün Muş'a ait olduğu zannediliyor, ama Urfa türküsüdür. Yine babamın demirbaş türkülerinden olan "Alaydım elin elime, varaydım urum eline", Urfa türküsü olduğu için "urum eli" (Rum eli, Rum diyarı) zaman içinde "Urfa eli"ne dönüştürülmüş. Buna benzer İstanbul türküleri var. O zaman İstanbul'dan bazı müzik heyetleri Anadolu'yu dolaşırmış. Urfa'ya da gelmişler. O zamanlar bizim Urfa'da erkeklerin başının açık dolaşması hoş karşılanmaz. Şafii mezhebinde mekruhtur. Bizde Şafii mezhebinden olanlar çoktur. Bu gelenlerin hepsinin başı açıkmış. Bundan dolayı bizimkiler onlara "Baş açıklar" demişler. Muhtemelen Urfalılar bazı türküleri onlardan dinlemiş. Mesela "Eğin harap olmuş bülbül ötmüyor" diye bir türkü var. Yaşar Doruk bunu babamdan derlediği için Urfa türküsü diye geçiyor. Oysa "Eğin" (Erzincan'ın Kemaliye ilçesinin eski adı) nere, Urfa nere? Kaynağı başka yer de olsa Urfa şunu yapıyor: Kendi ağzına yakıştırıyor, bazı nüanslar ekliyor, zenginleştiriyor, tabi caizse "Urfalılaştırıyor". Ondan sonra bizim oluyor.

O "Maraş Maraş da derler uy amman amman bu nasıl Maraş'' ağıtını da babam muhtemelen bir yerden duymuştur. Maraşlı biri Urfa'ya gelmiştir babam ondan dinleyip öğrenmiştir. Veya Antep'te dinlemiş olabilir. Kendisinin etkileşimi daha çok olduğu için ondan derleniyor. Kayda da öyle geçiyor.

M. Sarmış: Babanız Urfa'da konuşulan üç dilde de ustaca okuyabiliyor.
O. Güzelgöz: Babam Türkçeyi de, Kürtçeyi de, Arapçayı da çok iyi konuşurdu. Hatta Farsçayı da bilirdi.

M. Sarmış: İlk üçü tamam da, Farsçayı nasıl öğrenmiş?
O. Güzelgöz: Dinleyerek. Mevlana Hazretlerinin Mesnevi'sinden gazel okuyor mesela. Osmanlıca gazellerde de Farsça kelimeler çok geçtiği için bir aşinalık oluşuyor. Fuzuli'nin en az yirmi gazelini biliyor, okuyor. Diğer gazeller, kasideler filan hepsinde Osmanlıca, bu arada Farsça kelimeler, kavramlar çok. Hepsi bir alt yapı oluşturuyor. Dolayısıyla Farsça konuşup konuşmadığını bilmiyorum, ama çok iyi anlıyor ve çok mükemmel okuyordu gazelleri.

Yeri gelmişken ilginç bir olayı anlatayım. Salih Önen Hocamızın kurucu müdürü olduğu Urfa Meslek Yüksek Okulu vardı. Okulun, aralarında Sabri Kürkçüoğlu ve Durak Parlakçı'nın da bulunduğu bazı öğrencileri, Urfalı Divan Şairleriyle ilgili bir gece yapmaya karar veriyorlar. Kapalı Spor Salonunda yapılan o geceye ben de gittim. Her biri sahnede bir şairi canlandırıp şiirlerini okuyacaklar. Şiirin birindeki bir söze takılıyorlar. Öğrenmek için artık Adil Saraç Hocaya mı, başka birine mi gidiyorlar; o da kendilerini babama yönlendiriyor. Babam anlatırdı. Kütüphaneye geliyorlar. Şair Şevket gazelin bir yerinde diyor ki "Ya'kûb gibi bir kûşe-i beytü'l-hazenim yok". Hz. Yakub'un, oğlu Yusuf'tan ayrılması üzerine yapıp içinde yaşamaya başladığı hüzün kulübesinden söz ediliyor. Fakat gençler artık nerden alıp yazmışlarsa "Yağ küpü gibi kûşe-i beytü'l-hazenim yok" diye okuyorlar ve tabii bir anlam veremiyorlar. Babam önce kendilerine gazeli normal şiir olarak okutturuyor. Sonra da "Oğlum liseyi bitirmişsiniz. Yüksekokul öğrencisisiniz. Bu "yağ küpü" nereden çıktı? Hiç mi önünü arkasını okumadınız?" diyor. Ve dile olan hâkimiyetinden dolayı doğrusunu onlara söylüyor.