BEŞİNCİ BÖLÜM
M. Sarmış: Tenekeci Mahmut, müziğin birçok dalında var. Mevlit, ilahi, gazel, Halk müziği, sanat müziği…
O. Güzelgöz: Urfa'da icra edilen müziğin belli usulü var, geleneği var. Ben 65 yaşındayım. 50-55 sene geriye gidersek, günümüzde olduğu gibi türkü ile başlayan Urfa faslı hemen hemen bilmiyoruz. Türk sanat müziği ile başlar. Mesela hicaz, hicazkâr veya kürdilihicazkâr faslı ile başlar. Veya rast bir şarkı ile başlar, sonra rast bir gazel gelir. Uşşakla da başlayabilir. Netice itibariyle makamlar arasında belli bir sıra takip edilir. Hangisinden başlanacağı ve hangi sıranın takip edileceği ekipten ekibe, ustadan ustaya değişebilirse de genel kabul görmüş bir sıralama da vardır.
M. Sarmış: Tenekeci Mahmut'un dünyasında gazelin ayrı bir yeri var galiba. Özellikle gazel konusunda bir ustası var mı?
O. Güzelgöz: Mevlit icrasında da gazel vardır. Mevlit içinde başka bir forma bürünür, fasıl içinde başka. Bazı gazelleri bazı ustalar en iyi okur. Babam her birini o ustadan öğrenmiş. Mesela bahsi geçen nevruz gazeli Mukim Tahir'den öğrenmiş. Başka birini Damburacı Derviş'ten öğrenmiş. Takımlar var demiştik. Her birinin başında da ustalar var. Takımlar onların adlarıyla anılıyor. Takımlar arasında da etkileşim var. Babam önce Mukim Tahir'in takımında imiş, sonra kendi takımını kurmuş. Kazancı Bedih iki sene babamın takımında hizmet etmiş. Bazı şeyleri orda öğrenmiş. Sonra o da kendi yolunu çizmiş.
M. Sarmış: Arkadaş çevresi ile ilgili neler söylemek istersiniz? Özellikle birlikte olduğu tanınmış hangi isimler var?
O. Güzelgöz: Arkadaş çevresini birkaç gruba ayırabiliriz. Bir, doğup büyüyüp yaşadığımız Eyyubiye Mahallesi çevresi var. Onlar da iki grup. Bir, hısım, akraba, bir dost ve arkadaşları, komşuları… Bir başka grup tarikat çevresi. Merhum Esat Parmaksız öncülüğünde düzenli olarak toplanırlar. İşte zikir, sohbet, malum. Onların da maddi manevi her açıdan bizim üzerimizde çok emeği vardır, iyiliği vardır. Bir de Urfa'nın eşraf ailelerinden oluşan bir grubu vardı. Mesela Şükrü Ağan, Hüseyin Yetkin geliyor aklıma. Kürkçüoğullarından da var. Tabii bu ailelerin eski kuşaklarından söz ediyorum. Yoksa yenileri babamı pek bilmez. O eskiler babama çok hürmet ederlerdi. Bu arada babamın başka bir özelliğinden daha bahsetmem gerek. Babam bir kendi yaştaşlarıyla dostluk arkadaşlık eder, sıra gezer, oturur kalkardı. Bir de onların çocuklarıyla zaman zaman buluşur konuşurdu. Onlar kendisini dinlemek, istifade etmek için davet ederlerdi. Mesela İbrahim Dörtkardeşler'in bir sırası vardı. Şevket Denek geliyor aklıma. Bazen Dede Osman da katılırdı. Babam uzun süre onların sırasına da misafir olarak devam etti. Cihat Kürkçüoğlu, Adil Saraç gibi alanında önemli isimler vardı… Bir de öğrenciler var tabii ki. Abdallah Balak, Mehmet Özbek, Fazlı Öztop, İbrahim Özkan, son zamanlarında Mehmet Delioğlu, Halil Sezgin, Bakır Karadağlı gibi…
M. Sarmış: Özellikle müzik çevresini dikkate sunalım istiyorum. Birlikte mevlit okudukları kimler mesela.
O. Güzelgöz: Mevlithan olarak ekibinde zakirler var. Hüseyin Nimetoğlu Amcayı hatırlıyorum. "Cuan Mehemed" dediğimiz bir amcamız vardı. Bir dönem Şevki Hafız da (Altıngöz) ona zakirlik yapmış.
M. Sarmış: Müzik olarak…
O. Güzelgöz: Özellikle son dönemlerinde Mehmet Özbek, Abdullah Balak, Lütfü Emiroğlu, Fazlı Öztop, İbrahim Özkan… Bunlar onun has ekibi, arkadaşları, öğrencileri aynı zamanda. Sonra Mehmet Delioğlu, Halil Sezgin, Bakır Karadağlı… Bunlar da ona hizmet etmiş olanlar.
M. Sarmış: Arada geçti, biraz hassas bir konu, sizi de rahatsız etmek istemem ama ben yine de sormak istiyorum. Takdir edersiniz ki bu piyasa dinî açıdan biraz riskli bir piyasa. Kazancı Bedih için demiştiniz; biraz geçim kaygısıyla mecburen girilebiliyor. Biraz da o iş tabiatı icabı öyle. Dünyada da, ülkemizde de, şehrimizde de böyle. Babanız ise tarikat mensubu, dindar, çocuklarını da korumaya çalışıyor. Bu iki âlemi nasıl bağdaştırıyor? Tarikat çevresi bu işe nasıl bakıyor?
O. Güzelgöz: Babamın hayatının birkaç dönüm noktası var. 1950'lere kadar "meşk" dediğimiz, "âlem" dediğimiz, yiyip içip eğlenilen, müzik icra edilen ortamlar var. Babam da oralara katılıyor. Herkes içince o da içiyor. Öyle bir kültür var. Babam 1955'lerden itibaren o işin "işret" dediğimiz içki kısmını terk ediyor, tövbe ediyor. Diğer açıdan bir sıkıntısı yok.
M. Sarmış: Tarikatla beraber mi başlıyor o devre?
O. Güzelgöz: Hayır. Muhtemelen annemle evlendikten sonra. Bir baskı ile değil, artık Allah'ın takdiri ile, belki annemin duasıyla hayatını disipline etmek istiyor. 1960'lara kadar bir boşluk içinde yaşıyor. Babam o zamana kadar iyi bir Halk Partili idi, İnönü'cü idi. Mesela 1960 Darbesi'nden sonra oğluna Cemal ismini koyuyor. Yani darbenin başına getirilen, sonra da cumhurbaşkanı seçilen Cemal Gürsel'in adını. Cemal, benim ölen kardeşim. Yani babam o kadar kaptırıyor kendini. Benim hatırladığıma göre 1964-65'lerde hâlâ İnönücü idi. İnönücü'lük, sadece siyaset açısından değil sosyolojik açıdan da değerlendirilebilir. Urfa'da belli aileler Demokrat Partili, Adalet Partili ise, bir başka deyişle Menderesçi veya Demirelci ise, belli aileler de Halk Partili idi, İnönücü idi. Babam 1965'te kendi içinde bir dönüşüm yaşıyor. Milli Nizam Partisi kurulunca da siyasi olarak 180 derece yön değiştiriyor.
M. Sarmış: Nasıl oluyor o dönüşüm? Bir şahsın, bir olayın, olağanüstü bir halin etkisi mi var?
O. Güzelgöz: Çok bilmiyorum. Ama dışarıdan bir etki değil, tamamen kendi içinde gerçekleşiyor sanıyorum. Kimse gelip sen niçin İnönücülük yapıyorsun, bak şurada Erbakan var demiyor. Ama takip ediyor demek ki! Çevresine bakıyor, arkadaşlarına bakıyor, Erbakan Hoca'nın söylemlerine bakıyor. Mesela babamın inanılmaz bir radyo merakı vardı. Bizim radyomuz yoktu. Her akşam komşumuza giderdik, "ajansları" dinlerdi. Akşam yedi ajansını filan. Çarşıya çıkıyor, dostlarının dükkânına uğruyor. Tabii oralarda bu meseleler de konuşuluyor. Mesela Milli Nizam Partisi'nin, daha sonra onun devamı olan Milli Selamet Partisi'nin önemli isimlerinden Kemal Kayacan'la babam çok iyi dosttu. Bunda Akif abinin etkisi de olabilir.
M. Sarmış: Ben de onu soracaktım. Akif İnan o sırada henüz çok genç ama o "dava"nın içinde, o çevrelerle yakından ilişkili. Birbirleriyle de akrabalar, dostlar, görüşüyorlar.
O. Güzelgöz: Genç ama babama karşı aşırı bir düşkünlüğü ve saygısı vardı. O akrabalık ilişkisi dolayısıyla babama hep "Dayı" diye hitap ederdi. Babam da ona büyük bir ilgi gösterirdi. Onu ayrı bir yere koyardı Mesela bir tek Akif abinin ayrıcalığı vardı. Her zaman gelir, oturur, konuşur, istişare ederdi. Bunda mutlaka onun okuyan, edebiyatı, şiiri, gazeli bilen biri olmasının da etkisi vardı. Yine o yıllarda yani 1965'lerde ehl-i tarik olması ihtimali çok büyük. O bağlılıkla beraber dönüşüm geçirmeye başlamış, Milli Nizam kurulunca da oraya geçmiş olabilir.
Aslında babam, daha 1950'lerde, o söz ettiğimiz işret âlemlerine katıldığı zamanda da güçlü bir maneviyata sahip. İçinde bulunduğu çevrelerin etkisi ile içiyor olsa bile böyle… Fakat 1965'lerden sonra hayatında inanılmaz bir istikamet var. Mesela namaza karşı aşırı bir hassasiyeti vardı. O yıllar, benim aklımın erişmeye başladığı yıllar. İyi hatırlıyorum. Sonraki yıllarda da açık açık konuşurduk. Mesela derdim ki, "Beni bir kedi irşat etti deniyor ya, seni kim irşat etti?" "Bilmiyorum oğlum, Allah'ın takdiriyle." derdi. Benim tespitim şu: Babamın büyük zatlara, manevi şahsiyetlere, ilim sahibi insanlara aşırı derecede hürmeti vardı. Mesela ismi daha önce geçen Hacı Nuri Hafız… Babama içkiyi yasaklatan o aslında. Nuri Hafız içki içilmesinden, içkili iken yanına gelinip gidilmesinden hiç hoşlanmazdı. Bir gün sabah namazına giderken, babam da bir müzik meclisinden geliyor, içkili. Karşılaşıyorlar. Hacı Nuri Hafız çok rahatsız oluyor, üzülüyor, "Bu ne hal?" diye sitem ediyor. "Hemen bir hamama git, yıkan, pâklan, sonra gel." diyor. Bu, öyle gelişigüzel bir rastlantı değil, tevafuk, Allah'ın takdiri. Babam "Ondan sonra ağzıma tek damla alkol koymadım." diyor.
Abdülkadir İkbal: Ben de buraya önemli bir şeyi ilave etmek isterim. Biliyorsunuz Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin 1960 yılında Urfa'da vefat etmesinden sonra her yıl Kadir Gecesinden bir gün önce Urfa'da mevlit programları düzenlenir ve Türkiye'nin her tarafından Risale-i Nur talebeleri katılır. Gerçi İmam Şafii'ye göre Kadir Gecesi yaygın olarak kabul edildiği gibi Ramazan'ın 27. değil 26. gecesidir. Buna göre Bediüzzaman Kadir gecesinde vefat etmiştir. Neyse o ayrı bir konu. O zaman şimdiki büyük Dergâh Camii (Yeni Mevlid-i Halil Camii) yoktu. En büyük cami Ulu Cami idi. Mevlit de orada okunurdu. O yıllar, zor yıllar. 27 Mayıs Darbesi olmuş. Etkisi hâlâ devam ediyor. Polis mevlit programlarına kimin gelip gittiğini takip ve tespit ediyor, muhtemel ki kaydediyordu. Onun için herkes kolay kolay katılamazdı. Hele hele mevlidini okumaya cesaret edemezdi. İşte öyle bir zamanda Rahmetli Tenekeci Mahmut o cesareti gösterenlerden biri idi. Tam hatırlayamıyorum, 1963-64 yılları olabilir; o yıl mevlidi tek başına okudu. Mevlithanlar genel olarak ekip halinde okurlar. O başından sonuna kadar tek başına okudu. Kolay değil. Polis, şu, bu umurunda değildi. Her şeyi göze almıştı. Ben bundan, onun Bediüzzaman'a ne kadar derin bir saygısı olduğunu anlıyorum.
O. Güzelgöz: Babam ilk yıllardan itibaren Bediüzzaman'ın mevlitlerine katılmış, okumuştur. Bize sık sık anlattığı bir olay var: "Geçmiş senelerin birinde hastaydım, bir de önceden programlanmış başka bir mevlidim vardı. Programı organize edenlerden Eyüp Karakeçili, Mehmet Yeşilnacar gibi isimler gelip çok ısrar ettikleri halde okuyamam dedim. Öyle kaldı. O gece evde bir rüya gördüm. Bir heyet oturuyor. Ben de eşikte ayakta dikiliyorum. Köşede oturan biri var. Bana Kürtçe olarak "Buhune! Buhune!" (Oku! Oku! ) dedi. Heyecanla uykudan uyandım. Hemen ertesi gün Eyüp Karakeçili'nin dükkânına gittim. Rüyamı anlattım. O adamı sordular, tarif ettim. Dediler ki "Sen Üstad'ı görmüşsün." Bunun üzerine "Ben bu mevlidi okuyacağım." dedim." 1965 veya 1966 yılı olabilir. Ondan sonraki yıllarda da ta 1980-1981 yıllarında hastalanana kadar hep okudu. Zaten 1970'li, 80'li yıllarda ortam biraz rahatladığı için başkaları da okumaya başlamış.
M. Sarmış: O devirde ilmi ile öne çıkmış âlimler var, manevi yönden öne çıkmış şeyhler var. Onlarla bir irtibatı var mı?
O. Güzelgöz: Tabii. Mesela Buluntu Hoca var. Molla Hamid var. Arap Hoca, Derviş Hoca var. Müftü Halil Gönenç Hoca var. Özellikle Molla Sait Hoca (Sait Tekin) ile teşrik-i mesaisi hepsinden fazla idi. Hepsi ile görüşür, yanlarına gider, sohbetlerine katılırdı. Tasavvuf müziğini çok iyi bildiği için tarikat çevrelerine gittiği zaman kendisinden isteniyor, o da oralarda o müziği icra ediyor. Kaside okuyor, ilahi söylüyor.
M. Sarmış: Behçet Arabî ile tanışıyorlar mı?
O. Güzelgöz: Tabii tabii. İyi tanışıyorlar, fakat fazla bir teşrik-i mesaileri yok.