ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

M. Sarmış: Sabah akşam sürekli gezen tozan, eğlence meclislerinde dolaşan bir koca ile yürümüş evlilikleri. Bir yandan yoksulluk, bir yandan çok çocuk… Annenizin işi zormuş. Babanız ona nasıl bir eş olmuş?
O. Güzelgöz: İlk sıralarda ekonomik yetersizlikten dolayı biraz sıkıntı olmuş tabii. Gelir az, aile kalabalık… Sonra belki annemin iyi niyetiyle, belki sonraki dönemde babamın hayatında meydana gelen değişim ile o sıkıntıları büyük ölçüde aşmışlar. Babam evlendikten çok kısa bir süre sonra hayatını olumsuz etkileyen o eski alışkanlıklarını terk etmiş. Muhtemel ki bekârken çok sorumluluk hissetmiyordu. Fakat evlilik ve ilk çocuklarla beraber aile sorumluluğu ağır basmaya başlamış. 1954-55'lerden itibaren hayatı düzene girmiş. Ben 1958 doğumluyum. Hayatı kavramaya başladığım yıllar 1960'ların ortasına denk gelir. Daha disiplinli, daha organize, hayatın anlamını kavramış bir aile ortamımız olduğunu hatırlıyorum.

Babamın ilginç yanları vardı. Mesela zengin sofralarına çok davet edilen hatırlı bir adamdı, ama orta halli bir adam. Aslında hiçbir zaman çok yemezdi; fakat biz sonradan öğrendik ki o özel sofralarda çok yemezmiş. "Ben eşime ve çocuklarıma yedirmediğim bir şeyi yemem/yiyemem." dermiş. Bazen bakardık bir hafta sıkıntı çekiyor; sonra mesela bir çömlek yapmış. O zaman anlardık ki, bir yerde iyi bir yemek yemiş, bize de yedirmek istiyor.

M. Sarmış: Nasıl bir babaydı? Çocukları ile ilişkisi nasıldı?
O. Güzelgöz: Bizi iyi bir insan olarak yetiştirmek konusunda çok hassastı. Çok disiplinli idi. Gerçi o dönem ebeveynlerinde çok gördüğümüz o aşırı baskı yoktu, ama o disiplini hissederdik. İstediği şeyler vardı. Kimlerle geziyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Ne zaman geleceksiniz? Şuraya git, şuraya gitme, şununla gez-gezme şeklinde değildi ama bunları bilmek isterdi. O zaman tabii telefon filan yok. Biz de hesabımızı ona göre yapardık. Mesela akşam saat yedide geleceğiz dedik, ama beş dakika geciktik; bizi bekler, bazen yola çıkardı. Bazen Yavuz Selim İlkokulunun önünde bizi beklerken görürdük. Belki endişesinden, belki de verdiğiniz sözü tutun anlayışını kazandırmak istemesinden… Biz de utandığımız için gittiğimiz yerden erken kalkardık. Büyüdükten, evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra bile bu gibi şeyleri merak ederdi, sorardı.

M. Sarmış: Okuyan yazan, kitaplarla, kültürle, sanatla haşır neşir olan çoğu kişinin eşi genellikle bu durumdan rahatsız olmuştur. Babanız da sürekli müzik piyasasının içinde, çok renkli bir hayatı var, çok da meşgul. Anneniz bu durumdan dolayı dertlenir miydi hiç?
O. Güzelgöz: Biz hiç dertlendiğini duymadık, görmedik. Tabii aile kalabalık olduğu ve o günün şartlarında her şey el emeği ve insan gücü gerektirdiği için çok yorulurdu. Çocuklar büyüdükçe ihtiyaçlar artıyor. Zaman zaman sıkıntılar oluyor. Mesela ben dokuz aylıkken mangala düşmüşüm, elim yanmış. Sağ elimdeki izler onun kalıntısıdır. Annem altı ay boyunca Eyyubiye'den Yıldız Meydanı'ndaki bir doktora kadar beni sırtında götürüp getirmiş. Öyle mızmız biri değildi. Kolay kolay şikâyet etmezdi. Mesela evimize çok misafir gelirdi. Evimizden söz ettim, küçücük bir şey. Şartlarımız o kadar misafiri ağırlamak için hiç uygun değil. Ekonomik açıdan zor. Her zaman et ve sair malzeme bulunmaz. Fakat annem ne yapar eder, bir şeyler yetiştirirdi. Zaten gelenler de durumu bildikleri için fazla bir beklenti içinde olmazlardı. Bir örnek vereyim. Bir keresinde Selahattin Alpay Urfa'ya konsere gelmişti. "Çıkışta beraberce Bekçi Bakır'a uğrayalım. Sonra da sizin eve gidelim. Gerçi aç değilim ama sizde bir şeyler yiyelim." dedi. Gece saat 11.00 civarı. Telefon da yok ki haber verelim. Eve gelince anneme durumu anlattım. On kişi kadar varız. Muhtemelen diğerleri de bir şeyler yemek ister. Babam misafirlerle sohbet ederken annem harekete geçti. Çok güzel komşularımız vardı. Bahçecilik yaptığı için bazılarının evinde sürekli sebze olurdu. Annem onların da yardımı ile kısa zamanda domates, salatalık, peynir, yoğurt, ayran filandan oluşan bir sofrayı hazırlayıp misafirlere yetiştirdi. Ben Selahattin'e "kusura bakmayın" diyecek oldum. "Ne kusuru ya? Biz buraya bu ekmeği yemeğe geldik." dedi. Bütün bunlara rağmen annem yine de şikâyet etmezdi. Ne yoksulluktan, ne yoksunluktan… İlk bir iki yıl evde doğru dürüst eşya olmadığı için bazı sıkıntılar çekmiş ama sonra herhangi bir sıkıntı olmadı. Bizim için de öyle…

M. Sarmış: Babanızla ilgili olarak hazırlamış olduğunuz bir videoyu izlemiştim. Vecize olabilecek bazı sözlerinden bahsediyorsunuz.
O. Güzelgöz: Evet. Hayatımıza yön veren sözleri vardı. Öyle kuru kuruya değil, bizi baskılamadan, bir hikâyenin içinde, güzellikle söylerdi. Mesela "Kim ne yaparsa kendine yapar." Bu bir Kürt atasözüdür. Kur'anî bir temeli de var. Mesela "Kırk kişi birleşse bir kişiyi rezil edemez. Bir kişi kendi kendisini hem rezil edebilir, hem vezir edebilir." Böyle bireyin sorumluluğunu hatırlatan hususlara çok dikkat eder, bizim de dikkatimizi çekerdi. Yine mesela, insanların çoğu maddi zenginlik peşinde koşuyor, onunla övünüyor ya! Babam sık sık bize derdi ki "Hayatta en büyük sermaye, en büyük servet haysiyet ve itibardır." Daha bunlara benzer nice sözler… Bu sözleri ve aslında prensipleri sadece biz çocuklarına söylemez, iyi yetişmeleri için öğrencilerine de aktarırdı. Fakat en başta kendi hayatında uygulardı. İnşallah biz kendisinden yeterince istifade etmişizdir.

M. Sarmış: Sanat çalışmaları dışında da sosyal bir yanı varmış.
O. Güzelgöz: Evet. Mesela Urfa'nın yarısından fazlası babama "Usta" derdi, "Mahmut Usta". Başka iki ismi daha vardı. Akrabalarımız arasında daha çok "Dedey" denirdi. Dedelerimizi temsil eden bir keyfiyet taşıdığı için. Diğeri de "Dayı". Özellikle Eyyubiye tarafındaki tanıdıkları bu sıfatı kullanırdı. Oda grupları, sıra grupları "Dayı" derdi. Mesela Eyyubiye'de iki sıra grubu vardı. Hepsi "Dayı" derdi. Urfa'nın genelinde de babama "Dayı" veya "Mahmut Dayı" diyen çoktur. Yaşına, itibarına, adaletine, kültürüne olan teveccühten dolayı, arkadaş çevresinde, komşular ve akrabalar arasında, Eyyubiye'nin tamamında, hatta Urfa'nın ileri gelenleri arasında bir sıkıntı olduğu zaman, "Mahmut Usta araya girerse onu kırmazlar." denilerek kendisine başvururlardı. Mesela bazen kocasına küsen kadınlar bize gelir, derdini anlatırdı. Babam karşı tarafı çağırır, bir yemek verir, nasihat eder, arayı bulurdu. Kırmazlardı babamı.

M. Sarmış: Başta müzik olmak üzere onun meşguliyetleri sizin hayatınızı nasıl etkiledi? Müzik zevki, şiir zevki, sanat zevki gibi… İki kardeşinizin müzik öğretmeni olduğunu biliyoruz.
O. Güzelgöz: Benim üzerimde söz yönüyle etkisi olmuştur diyeyim. Halk müziğinin, divan edebiyatının, şiirin, gazelin, hoyratın sözleri ile daha çok ben ilgilendim.

Şu hususun altını çizmem lazım: Babam müzisyenliğin ayağa düşmesinden çok rahatsızlık duyardı. Bir, kifayetsizliklerden şikâyet ederdi. Yani bir çeşit yozlaşmadan… Yeterli emek verilmeden sahneye çıkmalar, sağda solda türkücüyüm demeler filan… Bir de müzisyenlerin ekmek parası kazanabilmek için bizim değerlerimize göre gayrimeşru olan yollara tevessül edilmesinden çok rahatsız olurdu. Mesela Kazancı Bedih Amca babamın öğrencisi idi. Her yerde "Keşke Mahmut Usta'ya iki sene daha fazla hizmet etseydim." derdi. Babam onun o dönemde pavyonlarda çalışmasından, belki kendisinden de fazla rahatsız olurdu. Çok iyi biliyoruz, o kendisi de rahatsızdı. Babam "Bu adam bunu hak etmiyor." derdi. Ama Urfa ona bir şey veremiyor, o da ekmek parasını kazanmak için mecburen gidip orada çalışıyor. Daha sonra bıraktı. Bunda etkili olanlardan biri de babamdır. "Bu sana yakışmıyor. Bırak. Allah bir şekilde rızkını verir." derdi, hatta biraz baskıladığını biliyorum.

İşte babam çok rahatsızlık duyduğu bu işlere bulaşmayalım diye bizi hep engelledi. Hep bir koruma kaygısı ile o titizliği gösterdi. Fakat aile içi ve dar bir çevrede kalmak kaydıyla küçük kardeşlerim Mehmet ve Abdullah'ın müzik icrasına ses çıkarmadı. İkisi de sonradan Harran Üniversitesinde Müzik Bölümü açılınca Rahmetli Abdullah Balak'ın da katkısı ile oraya girdiler ve müzik öğretmeni oldular. Fakat mesela İbrahim Abimin de sesi çok iyi idi. Babam önünü kapatmasaydı o da iyi bir icracı olabilirdi. Babam o piyasayı iyi bildiği için o günün şartlarında ona müsaade etmedi.

Sırası gelmişken, daha önce hiç konuşmadığımız bir hususu ilk kez burada söyleyeyim. Babamın, bizim evimize, soframıza, bizim kursağımıza bu işle ilgili bir para girmeyecek diye bize vasiyeti vardır. Yani, bu işten para kazanmaya tevessül ederseniz diğer gayrimeşru şeylere de tevessül edersiniz diye düşünüyor haklı olarak. Mesela bizden türkü derlemeye gelen Mehmet Özbek, İbrahim Tatlıses, Mahmut Tuncer, İzzet Altınmeşe, Selahattin Alpay, Zekeriya Ünlü, Mehmet Delioğlu, Bakır Karadağlı ve daha başkaları… Bize saygıda kusur etmez. Gelir, alır, kimi plaklara okur, kimi başka yerlerde değerlendirir. Biz hiç kimseye "şu kadar para vermezsen" diye şart koşmadık. Hiç kimseden 5 kuruş bile istemedik, almadık. Kimse bizimle ilgili böyle bir iddiada bulunamaz. Yine o vasiyete binaen söyleyeyim. MESAM'da babamın adına kayıtlı olan, ondan derlenen, kaynak kişisi kendisi olan çok sayıda eser var. Bunlar babamın bestesi değil, biz hiçbir zaman söz ve müzik babama aittir demiyoruz. Okumak isteyenler bunun için bizden izin alıyorlar. Hiçbir sanatçıdan veya o piyasadaki şirketten hiçbir şey almıyoruz. MESAM kendiliğinden bize cüz'i bir telif ödüyor. O hesaba da dokunmuyoruz. Babamın hayrına ihtiyaç sahibi ailelere dağıtıyoruz. Yani o vasiyete titizlikle uyuyoruz.