DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

M. Sarmış: Peki hocam. Ortaokul bitti. Liseye dair neler söylemek istersiniz?
M. Karakaş: Orta sonda da bitirme imtihanları vardı. Verip liseye geçtim. Zaten aynı binada idi, ayrı bir kayda gerek yoktu. 1959-1960 eğitim öğretim yılı. O yılın sonunda okulun tatile girmesine birkaç gün kala 27 Mayıs ihtilali oldu. Okula gittiğimiz zaman bize "İhtilal oldu. Herkes evine gitsin." dediler. Birkaç arkadaş gezmeye çıktık. Fakat karşımıza devriye gezen askerler çıktı. Herkes evine gitsin dediler. Biz de evimize gittik. Memlekette "örfi idare" yani sıkıyönetim ilan edilmişti. O sene maalesef sınıfta da kaldım. Hatırladığıma göre iki dersi verememiştim.
Aklıma bir şey daha geldi; Bediüzzaman'ın cenazesi… Üstad, o yılın 21 Mart'ında Urfa'ya elmiş. İki gün sonra vefat emiş. Bir gün sonra da Ulu Cami'de cenaze namazı kılınmış. Ramazan ayının sonuydu, Kadir gecesinden bir gün önce. Annem beni, külünçe yapmak için ekşi maya almak üzere Eski Arasa Hamamının karşısındaki fırına göndermişti. Tam fırının önünde iken büyük bir kalabalık geçmeye başladı. Adeta insan seli. Ellerin üzerinden adeta kaydırılarak götürülen tabutu gördüm. Kimdir diye sordum. "Üstad Bediüzzaman Said Nursi" dediler. Dergah'ın avlusuna gömüldü. İki ay sonra ihtilal oldu. Ondan bir buçuk ay sonra da bir gece vakti mezarı kırıp naaşını bilinmeyen bir yere götürdüler.

M. Sarmış: O dönemde ülkede olup bitenleri nasıl öğreniyorsunuz?
M. Karakaş: Haberleri takip etme ihtiyacı duyuyorduk. O zaman evinde radyo olanların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı. Tek yok gazete. Asfalt Caddesinin güneydoğu köşesinde, bugünkü Kapaklı Pasajının karşısında "Işıklar Kitapevi" vardı. Aynı zamanda gazete de satılırdı. İhtilal haberlerini oradan aldığımız gazetelerden takip ederdik. Diğer kitapçılar da Sarayönü Caddesinde o hizada idi. Sami Barlas Kitapevi, Hulusi Kitapevi, Yetkin Kitapevi yan yana sıralanırdı.

M. Sarmış: Lise yılları ile ilgili olarak anlatmak istediğiniz başka bir şey var mı?
M. Karakaş: Lise ikideyim. O tarihe kadar Kur'an okumayı bilmiyorum.
M. Sarmış: O konuyu ben de soracaktım. O zamanlar çocuklar Kur'an okumayı öğrenmeleri için mahalle camilerine veya evlerde ders veren kadın hocaların yanına gönderilirdi. Siz gitmediniz mi?
M. Karakaş: Ablam gitmişti, ama ben gitmemiştim. Bahsetmeye çalıştığım dönemde, yani lise ikide iken duydum ki Rızvaniye Camii'nde bir Kur'an kursu açılmış. Onu kim söyledi? Babamın değirmeninde çalışan bir hamal. Biz kendisine Halil Emmi derdik. Duyunca ben de gitmeye karar verdim.

M. Sarmış: Bir büyüğünüz değil, kendiniz…
M. Karakaş: Evet evet, kendim karar verdim. Babama da söyledim tabii. O da kabul etti. Kalkıp gittim. Hocamız Ahmet Demir, Molla Hamid'in öğrencisi idi. Allah rahmet eylesin, Molla Hamid çok öğrenci yetiştirmiştir. Fakat sadece iki öğrencisi kendisinden icazet almıştır. Birisi Hacı Abdullah Hoca idi. Hasan Padişah Camii'nde imamlık yaptı, vaaz verdi. İkincisi Hacı Muhyiddin Hoca. Diğer öğrencilerinin bazıları icazet almadan, müftü, vaiz, imam olarak görev almışlardır. Ahmet Hoca da onlardan biridir. O yıl askerden yeni gelmişti. Fahri olarak kurs açmak için müracaat etmiş, kabul edilmiş. Kurs yeri de Rızvaniye Camii'nin avlusunda, harim kısmının tam karşısına düşen büyük oda. O seneler müftülük de Rızvaniye'nin avlusundaki bir odada idi. Kursa hemen hemen 15 kadar talebe gelmişti. Fakat hepsi ilkokul öğrencisi, benden küçük. Sonradan Mehmet Oymak da geldi. O da sanıyorum orta ikide idi. Sonradan Yusuf Paşa Camii'nde imamlık yapan Mehmet Dönmez de kursa gelenler arasında idi. O orada hafızlığa başladı, sonra Kurra Muhammed Hafız'ın yanında tamamladı. Sesi güzeldi, çok güzel Kur'an okurdu.

M. Sarmış: Hatırlıyorum. Birkaç defa ikindi namazı sonrası aşir okurken dinlemiştim. Gerçekten çok güzel okuyordu. Çok etkilenmiştim. Siz ne yaptınız hocam?
M. Karakaş: Ben o yaz boyunca kursa devam ettim. Başlangıçta biraz zorlandım, ama tatilin sonuna kadar iki ay içerisinde hatmettim. Ahmet Hoca benimle çok yakınan ilgilendi. Onun sayesinde İslami ilimlere ilgim arttı. O yüzden hocamın üzerimde çok hakkı vardır. Bana ilahiyatçı olma sevgisini aşılayan da odur. "Bak Mahmut" dedi. "Sen bu işe meraklısın. Liseyi bitirince ilahiyata git." Ben de sözünü tuttum.
Ertesi yıl, 1963 Haziran'ında liseyi bitirdim.

M. Sarmış: Geldik üniversiteye…
M. Karakaş: Birçok arkadaşımız gibi ben de öğretmen olmak için iki yıllık eğitim enstitüsü sınavlarına girdim ve kazandım. Okul da Diyarbakır'da olduğu için gidip gelmesi kolaydı. Fakat benim niyetim ilahiyat olduğu için sözlü sınava girmedim. O zamanlar her yerde üniversite yok. Üstelik şimdiki gibi merkezi sınav sistemi de yok. Okumak isteyenlerin büyük şehirlere gitmesi ve her üniversitenin sınavına ayrı ayrı girmesi gerek. Birkaç arkadaş beraberce İstanbul'a gitmeye karar verdik. O zaman valiz yoktu. Biz de herkes gibi marangozda tahta bavul yaptırdık. Otobüsle Gaziantep'e, oradan trenle İstanbul'a gittik. Yolculuk üç gün sürmüştü. Sultan Ahmet'te özel bir öğrenci yurdunda kaldık. O sırada abim de İstanbul'da fakültenin son sınıfında. Onun teşviki ile farklı fakültelerin imtihanlarına girdim. Mesela İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünün imtihanına girdim, sekizinci sırada da kazandım.

M. Sarmış: İngilizce merakı nereden geliyor hocam?
M. Karakaş: Tabii ya, arada unuttum. Lise 1. sınıfta kaldığımı söylemiştim ya, ertesi sene tekrar okuyacağım... İşte o yıl İngilizce dersimize bir bayan öğretmen geldi; Asuman İçöz… Bana İngilizceye karşı bir heves geldi. Bir hoca öğrencisinin üzerine çok düşerse öğrenci o dersi muhakkak yapar. Öğrencinin çalışkanlığı biraz da öğretmene bağlıdır. Ben de Asuman Hocanın yakın ilgisi dolayısıyla İngilizcemi epey ilerlettim. O sırada abim Almanya'da staj yapıyor. Benim İngilizce merakımı öğrenince bana bir mektup arkadaşı buldu. İngilizce öğrenmeye çalışan Alman bir kızla tanışmış. Birbirimizle İngilizce yazışırsak ikimizin de işine yarar diye düşünmüş. Eskiden böyle mektup arkadaşlığı çok olurdu. Kızın adresini bana mektupla gönderdi. İki sene kadar mektuplaştık. Onun da bana çok faydası oldu.

M. Sarmış: Sakıncası yoksa birbirinize neler yazıyordunuz?

M. Karakaş: Öyle havadan sudan şeyler.
M. Sarmış: Ne oldu o mektuplar?
M. Karakaş: Kaybolup gittiler. Fakat birkaç fotoğrafı var. Anasının babasının fotoğraflarını da gönderdi. Onlar duruyor şimdi. Ben de kendi fotoğraflarımı gönderdim kendisine.
Tabii Asuman Hoca benim mektuplaşma işimi duyunca daha çok sevindi. Allah var, okumada yazmada yardım da ederdi. Bu sayede İngilizcem epey ilerdi. Ertesi yıl Asuman Hocanın yerine başka bir bayan geldi. O da çok iyi idi. İngilizce bölümünü kazanmada bunun çok faydası oldu. Maalesef sonra bıraktık. Lisan nankör bir şey. Devam etmeyince unutuluyor. Mesela Kürtçeyi de lisede çok iyi konuşurdum. Onu da konuşmaya konuşmaya büyük ölçüde unuttum.

M. Sarmış: Anadiliniz mi Kürtçe?
M. Karakaş: Yok. Anadilim Türkçe. Babam hem Kürtçe bilirdi hem Arapça bilirdi. Çünkü değirmene gelenler hep köylü kesimi. Ben de sık sık yanına gittiğim için öğrenmiştim. Bir de ablam köye gelin gitmişti. Zaman zaman yanına giderdim, bazen iki üç ay kadar kalırdım. Onun da etkisi olmuştur tabii. Bırakınca unuttum. Yanımda konuşulunca anlıyorum, ama kendim pek konuşamıyorum. İngilizceyi de o şekilde unuttum.