Zaman, şehirler için bir ömrü belirler. Şehirlerin hayat mecrasında yaşantılara tanıklığı, tarihe sayfalar açar. Sayfalarda bazen hüzne bazen sevince rastlanır.
İnsanların uyuşmazlığında zararı ilk gören mekanlar olagelmiştir. Mekanların toplamı şehir, şehirlerin toplamı yönetimdir. Bu sebeple devletlerarasında yapılagelen savaşlarda tahribe açık olan insanın yaşadığı şehirler, olumsuz biçimde etkilenir.
Şehirlerin kuruluşu daha çok su kaynaklarına yakın yerlerdedir. Bir şehrin kuşatma ve savaş halinde kolaylıkla alınmaması ve savunmaya geçmesi için, sarp yerlerde kurulmuş olması dikkat edilen hususların başında gelir, su kaynaklarıyla birlikte.
Düşmanın ilk engellemek istediği su kaynaklarını kesmektir, kuşatmada. Kuşatma sürdükçe suyun tükenişi beklenir, gıda stoklarıyla birlikte. Su ve gıda adına beslenmenin temel kaynağı buğday oldukça sabır bilenir, kuşatmalarda.
Kuşatmaların devamlılığında savunma hali, bazen kuşatmayı yapanları bezdirir, yarma teşebbüsleriyle. Bazen hastalıklı durumlar beklenir, bulaşıcı hastalıklar şehrin alınışı için ümittir, açıkçası. Kimi kuşatmalarda akrepler mancınıklarla birlikte atılmıştır, şehrin kalesine, hastalıklı hale getirilen hayvanlar bırakılmak istenmiştir, alınmak istenen şehre.
Bakılır ki çözüme yanaşmayan ve gittikçe uzayan kuşatmalarda şehrin tesliminde insana dokunulmayacağına dair madde eklenir, anlaşmaya. İki taraf birbirinden emin olduktan sonra anlaşma uygulanır.
Bazen anlaşmaya uymayan hallerde insan öznesi olmaktan çıkar, şehrin. Yüklemi yakıp yıkmak, öldürmek ve esir etmek olan kuşatmalardan etkilenen başlıca nesne şehir olur.
Tarihte birçok şehir alındıktan sonra taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakılmamıştır. Büyük umutlarla kurulan şehirler harabeye dönüşmüş, canlılığını kaybetmiş halde tarihte yerini alır, yüzyıllar sonra keşfedilmeyi bekler, sanat tarihi ve arkeoloji konularının ana malzemesi haline getirilir, toprak üstüne çıkma durumu ortaya çıkarsa.
Aranan bir sikkedir, taşlara nakşedilmiş kitabedir, kılınçtır, hançerdir, mühürdür, kaptır, kacaktır, ebediyete dek gömülen mezardır, ayakta kısmen kalmış taş duvardır, yitip giden hayatlardan geriye kalan insan bedeninin şekil değiştirmiş halidir, özetle.
Şehir vasfını kaybetmiş yerleşim alanlarını önceden gezmiş, görmüş seyyahların yazdıkları varsa yola çıkılır, kırık ve dökük şekilde. Anlatılanlara göre yorumlar yapılır, çıkarmalarla toplamalar gerçekleştirilir.
Taşa işlenen bir nakış, motif üzerine yorumlardan geçilmez, benzerleri geniş bir alanda bulunmak istenir.
Bir genç kızın boynunu süsleyen, güzelliğini tamamlayan gerdanlık bulunsa, kolundaki bilezik keşfedilse, kulağına taktığı küpe bulunsa, parmağındaki yüzüğe rast gelinse, öne sürülen iddialar ipliğe dizilen tespih daneleri gibi, birçok durumu netleştirir.
O döneme dair şekillenmiş taş biçimleri, varsa heykeller bulunsa, işaretler daha belirginleşir, şehir için. Bir küp, kazan, çanak, kumaş parçası, kapalı kapta saklı bitki tohumları, buğday ve arpa taneleri bulunmaz bir hazinedir, açıkçası.
Açılan kabirlerde ölüye ait kimi buluntular, eşyalar dönemin kimi hususiyetlerini izah eder. Belki de tekrar hayata dönme ihtimali sebebiyle başucuna bırakılan kimi yiyecekler, savunma gereçleri, varılmak istenen sonuçları daha belirginleştirir.
Noktalanan dünya ömrüne veda edenlerin ayrılış sebepleri insan kaynaklı araştırıldığı gibi hayvanların iskeletleri üzerinde de aranır. Mezara koyuluş biçimi, mezar taşlarının durumu, üzerindeki işaretler, iskeletlerin bütünlüğünün bozulma hali olmak üzere düne ışık tutan emareler, aylarca yapılan kazılarda emeğin heba olmadığına yorumlanır, bir bulunabilse.
Şehirlerin var oluşu, mevcut hükümdarın isteğine ve kuruluş yerinin jeopolitik yapısına dayanır, şehirlere ortak mesafede olmasına bağlanır, ticarî ilişkileri kolaylaştırmaya bir basamak olması içindir.
Kimi şehirlerin ayakta kısmen kalan ve taş yığınını andıran son mukavemet noktası olan kaleler, belirttiğimiz materyaller için ideal kazı alanlarıdır.
Bazen bir depremden dolayı yıkılır, harap olur, şehir. Bazen salgın hastalıkla insan öznesini kaybeder. Bir bakıyorsunuz, 'Düşman almasın' fikriyle boşaltılır, başka bir yere göç eder, ahalisi. Hükümet erkinin kuvvetli olan iç kısımlarına döner, yaşayanlar.
Şehirlerin insan eliyle harap edilmesi, oldukça acı verir insan ruhuna. Yaşanmışlıklar, güzel hatıraların geçtiği mekanlar, mutlu ve güleç yüzler…
Her şehrin insanını kaybetmesi, şehrin canlı canlı ölüme rıza göstermesidir, bir yönüyle.
Yitip giden canlar, çekilen sıkıntılar, yapıların boş hali, taşlarla konuşmayı unutmuş, kendi içindeki sessizliğe sukutu ekleme hali.
Şehirler kurulurken ana yapının etrafında şekillenme başlar, bulgulardan elde edilen bilgilere göre. Bu bir ibadethane olur, saray olur, ekonomi çarklarının döndüğü büyük hanların bir arada bulunduğu mekanlar olur.
Her yapı muntazam biçimiyle eklenir, bu merkezin etrafında. Her eklenen yapıyla büyüyen şehir, merkeziyle etraftaki herkese aynı uzaklıktadır. Her devlet anlayışının uyduğu bu plan, binlerce yıl değişmemiştir.
Şehrin bir kuşatma ya da işgal durumu halinde savunulacak son nokta kalesidir, sarp yerde inşa edilen. Suyu kesilse kayalıklarda oluşturulan depolar vardır, uzun süre yaşamak için. Yine kayalıklarda oluşturulan depolarda buğdayın ve arpanın yanında yağ, tuz olmak üzere hayatî malzemeler eksik bırakılmaz. Belli sayıda bulundurulan hayvanın sütü, eti, derisi ve hatta kemiği bile bu durumlar düşünülerek bulundurulur.
Herkese eşit miktarda dağıtılan içecek ve yiyecek, dar zamanda olunursa idareli kullanılır, geniş zamanlarda tüketildiği gibi değil.
Kendi yaşam döngülerinde muzafferiyeti sağlayan hangi saf ise, huzurludur, birçok can vermesine rağmen. Adeta ayakta durmak için yakmanın, yıkmanın ve öldürmenin esas bilindiği dönemlerle günümüzdeki halin birbirinden farkı yoktur, takvimde meydana gelen rakam değişiklikleri dışında.
Kahve falı ile şehir arasında ilgi kurma, oldukça zor.
Bir bey, uğradığı köylerinin birinde kahve ikramına sevinir.
Kahve olmadığı için kavrulan nohut yakılmış, sütle karılmış ve hurma ile tatlandırılmıştır.
Yoksulluğun kol gezdiği köyde bir yaşlı, beyin falına bakmaya zorlanır. Akl-ı kemal adam, ısrarlara dayanmaz, fincanı eline alır, çevirir, döner, tekrar çevirir.
Meraklı bakışlarla ne söyleyeceği beklenir, etrafta.
İçtiği kahvenin süt tadı damağında tat bırakan bey de söylenecek olanı sabırsızlıkla bekler.
Yaşlı adam, fincanı tekrar evirip çevirir, konuşmasına başlar:
-Beyim, telvesi olsaydı fincanın bir şeyler söylerdim, tertemiz fincan beni yalancı çıkartır. İçtiğin kahve değildir, nohuttur yağda yakılmış. Şeker yerine hurma suyu kullanılmış. Sütün beyazlığı seni aldatmasın. Bu köyde kimsenin evinde bir kaşık kahve bulamazsınız, yıllardır. Bu yaşımda yalan söyleyemem, sizi kandıramam.
Bey, yoksulluğun her insan bedeninde bıraktığı izden haberdardır, bu sözlerle. Çünkü kendisi de kahveyi çoktandır içememiştir, yokluktan dolayı.
Yaşlı adam, sözüne devam eder:
-Bey, söylediklerimde yalan olsa olmayan telve şahidimdir.
Bey, köylünün durumunu artık anlamıştır. Ertesi güne varmadan herkesin derlenip toparlanmasını söyler, bulunduğu şehre göçü emreder.
Köy, insansız haliyle kalır, uzun zaman.
Yaşlı adamın vasiyetinin gerçekleştirilme anı gelince gidilen köyde evlerin damları çökmüş görünür, etraf harabe yığınıdır.
Terk edilen köyde uzun zaman sonrası elbiseleri yeni, yüzleri kanlanmış, adaleleri zayıflamaktan uzak gençler, yaşlı adamın vasiyetini yerine getirme mecburiyetinden sonra, mezarlıktan ayrılırken aralarında tartışıp durmuşlar:
-Şehirde olsaydı, mezarına giderdik, her Cuma günü.
-Kim bir daha gelecek bu mezarlığa?
-Yaşlıdır, aklı artık yerinde değildi, rahmetlinin.
Bey, vasiyet yerine geldikten sonra telvesiz kahveyi içtiği evin yıkık duvarı önüne çöker, gençlere bir çift laf söyler:
-On beş sene önce geldiğim bu köyde bana kahve ısmarladılar. Bu kahve hatırına hepsini şehrime aldırdım. Yalnız merhum, insanın doyduğu değil doğduğu toprakların kıymetine işaret etti. Çünkü anası, babası, dedeleri, akrabaları hep bu mezarlıktaydı. Ondandır, vasiyeti.
Gurbet ele giden yaşlılar vefat edince doğdukları memleketlerine getirilir. İş ve aş için uzağa gidenler, belki yirmi-otuz yıl görmedikleri doğdukları topraklarda üç günlük taziyenin erken bitmesini bekler, durur.
Acaba toprak, kendilerinin cesetlerini kabul eder miydi, dile gelseydi?
İnsan, neden doğduğu yerle irtibatını kesmez, vasiyet edenler gibi.
Biz, bunu bir türlü anlamadık ve anlayanlar anlatamadı. Dinleyen yoktur, günümüzde bu inceliği.
Şehirler de insan gibi yalnızlık içinde ölür, insana muhtaç olunca.