İslam alemi olarak her yıl yeni bir hicrî yıla girerken Muharrem ayının onunda, bir aşure gününde Resûl-i Ekrem Efendimizin (sas) torunu Hz. Hüseyin`in ve çoğu Ehl-i Beyt mensubu yetmişten fazla masum insanın, siyasi ihtiraslar uğruna Kerbela`da hunharca şehit edilmesi nedeniyle büyük bir hüzne dönüşür.

Ümmetin hafızasında derin izler bırakan bu olay acılı hadiselerin yaşanması nedeniyle hep matem havasında geçer. Fakat Kerbela'nın vermek istediği mesajın çoğu kez bu havada kaybolduğunu görüyoruz. Kerbela olayının hakkıyla anlaşılmasını çok önemli bir mesele olarak görüyor, ümmetin yaşadığı tutsaklıktan ancak bu sayede kurtulabileceğini düşünüyorum.

Kerbelanın sebepleri arasında çok farklı sebepler zikredilse de asıl mihenk noktasını; bir aile adına yapılan kavmiyetçilik ve ümmetin kendisini yönetecek kişiyi seçme iradesinin elinden alınması oluşturur. Dikkat edilirse Hz. Hüseyin, Muaviye'nin oğlu Yezid'i veliaht seçmesinden sonra harekete geçmiştir. Aslında Kerbela kıyamı Hz. Hasan'ın Muaviye ile birlikte gelen saltanata karşı başlattığı tepkinin ikinci safhasıdır diyebiliriz. Hz. Ali'nin vefatından sonra Hz. Hasan'a biat edilmesine rağmen Muaviye bunu hiçe sayarak zorla biat aldı. Bu aslında ümmetin siyasal yürüyüşünü felç edecek kadar vahim bir gelişmeydi ve ümmet bunun acısını ilerde çok hissedecekti. Hz. Hasan kan dökülmemesi için farklı şartlar içermekle beraber Muaviye'nin öldüğünde gasp ettiği ümmetin iradesini teslim etme şartıyla anlaşma yoluna gitti.

Fakat kendisini zorla halka kabul ettiren Muaviye bu yetmezmiş gibi bu anlaşmaya uymayarak oğlu Yezid'i veliaht seçerek babadan oğula geçen ve ümmetin aydınlık geleceğini karanlığa mahkum eden, özgürlüğünü ipotek altına alan saltanat geleneğinin tohumunu attı. Böylece bununla, İslam'ın şura, seçim ve biat gibi kavramlarla çerçevesini çizerek öngördüğü ve Raşit Halifeler döneminde uygulanan, ümmetin hür iradesiyle yöneticisini seçebildiği 'İslamî Model'den sapılmış oldu. Bu, İslam'ın o günden sonra kurulan hemen hemen tüm devletlerin vitrin malzemesi haline gelmesi demekti.

Emevi iktidar olgusunun prototip örneği durumunda olan Muaviye, Şam valiliği yaptığı sırada Bizans sistemini yakından tetkik etmişti. muhtemelen bu tetkiklerinde babası Ebu Süfyan'ın eski yakın dostu olan ve ona müşavirlik hizmeti de veren Bizans'ın sabık Şam valisi Servilyanus yardımcı olmuştu. Bilinen yollarla iktidarı ele geçirdikten sonra, yaptığı ilk iş seçimi iptal etmek, biatı silah gücüyle almak ve şuraya son vermek olmuştur. Ancak bunların dışında Daru-l İslam'ın siyasal mekanizmasında Muaviye'nin yaptığı köklü değişiklik, kendisinden sonra veliht ilan etmesidir ki, Kerbela olayının patlak vermesine yol açan ana faktör budur.

Çünkü Hz. Hasan, kendisinden sonra veliaht ilan etmemesi şartıyla Muaviye'nin yönetimini kabul etmiş ve bu arada geçen 12 yıl boyunca Hz. Hüseyin sesini çıkarmadan Medine'de yaşamıştı. Ne zaman ki anlaşmaya aykırı olarak Muaviye, oğlu Yezid'i veliaht ilan etti; işte o zaman karışıklıklar, isyan ve çatışmalar da baş gösterdi. (1)

O gün Hz. Hüseyin'in önünde iki yol vardı; ümmetin iradesini gasp eden saltanata karşı ya susacak ya da kendisinin ve ailesinin yok olması pahasına da olsa dik duracaktı. O ikinci tercihi yaptı ve ümmete de bu tercihi miras bıraktı. Bu yüzden Kerbela'yı anlamak demek İslam beldelerini zorla ele geçiren kavmiyetçi, zalim despot ve tağutlara karşı Hüseyince direnmek demektir.

Ne hazindir ki Hz. Hasan tarafından başlatılan ve Hz. Hüseyin tarafından devam ettirilen bu yol, ümmet tarafından hakkıyla anlaşılamadı. Ve İslam ümmeti binlerce yıl, kendisini 'Allah'ın halifesi' olarak gören; buna karşın İslam'ın koyduğu istişare, seçim, beyat gibi ilkelerini ilkelerini hiçe sayan sultanlar tarafından yönetildi. İradesi elinden alındığı için siyasi mekanizmaya küsen ümmet içine kapandı. Siyasal olarak kendisini ifade edemezse de varlığını devam ettirmek için alimlerin etrafına toplanarak sessiz bir muhalefet oluşturdu. Başta Ehli beyt imamları olmak üzere İmam Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Ahmed Bin Hanbel zalim yöneticilere meyletmedikleri gibi tüm ısrarlara rağmen onların yönetimlerinin bir parçası da olmadılar. Zalim sultanların zindanlarında işkencelere maruz kaldılar. Ama buna rağmen ne gariptir ki bizler, bu imamların siyasi fıkıhları ve duruşları hakkında çok az bilgiye sahibiz. Bu da üzerinde durulması gereken ayrı bir konu.

Bu durum ta İmam Ebu Hanife'nin öğrencisi İmam Yusuf'a kadar devam etti. İmam Yusuf, Abbasiler döneminde hocasının reddettiği kadılık görevini kabul etti. Böylece zalim sultanlara karşı ümmetin yanında yer almış alimlerin, bu sultanların yönetiminde görev almasının adımı atıldı ki bu ümmetin bu alandaki ilk firesiydi. Bu adım daha sonra Selçuklular döneminde Nizamülmülk tarafından kurumsal hale getirildi. Böylece hem İslam hem de alimler sultanların kontrolüne geçti. Alimler, o günden sonra -hepsi olmazsa da- zalim sultanların yapacaklarına fetva veren değil yaptıklarına fetva arayan kişiler haline geldiler. Bu durumun genel anlamda Sünni dünyası için geçerli bir tablo olduğunu söyleyebiliriz.

Ehli Beyt imamlarının etrafında toplanan Şia ekolü ise, yönetimin Ehli Beyt'ten olması gerektiği inancından dolayı mevcut yönetimlere mesafeli durdu; zaman zaman kıyam ettiler.
Ümmetin (özellikle Sünni dünya) zor kullanarak başa gelen zalim sultanlara, kerhen de olsa biat etmesinin sebebi; mevcut zalim sultana başkaldırmanın fitneye sebep olacağı düşüncesidir. Ayrıca o dönemde yapılan savaşlarda başarı elde edilmesi saltanatın sorgulanmasının önüne geçmiştir. Yine bunda Maverdî ve İbn Teymiye'nin o günün şartlarında verdiği yöneticiler için verdiği fetvalar da etkili olmuştur. Oysa dışarıda yeni yerler fethedilip güç kazanılırken içeride çürümeler yaşanmıştır.

Dr. Kelim Sıddıkî bu konuda şunu dile getirir:

'Sünni Müslümanlar için liderlik boşluğu diye bir şey söz konusu değildir; sadece liderliğin kalitesindeki dereceli bir düşüşten bahsedilebilir. Sünni ekol, ilk dört halifenin yani Raşit halifelerin üstünlüğünün farkındadır. Kalitedeki değişikliğin, Muaviye'nin Müslümanların ilk kralı (kendi ifadesidir) olmasıyla ortaya çıktığı bilinmekte ve fark edilmektedir. İmam Hüseyin'in Kerbela'da şehid edilmesine yol açan olayların ve meselelerin kavranması hususunda şii ve sünnilerin arasında fark yoktur. Sünni ekoldeki siyasi yanlışlığın ve onu takip eden sapmanın temelinde siyasi yetersizliği ve ahlaki bozukluğu bilinen yöneticileri kolayca kabul etme ve onlara otomatik olarak biat etme vardır. Bunun böyle olmasının sebebi, mevcut lidere muhalefet etmenin; onun İslam'ın klasik kişisel ve ahlaki fazilet standartlarından saptığının bilinmesinden daha büyük fitne sayılmasıdır...Darul İslam'ın saltanatın hükmü altında yüzyıllarca devam eden düşüş ve çürümesinin yol açtığı zararın kapsamı, Avrupalı güçler emperyalist rollerini oynamaya başladıklarında ortaya çıktı' (2)

Şia ekolü, 'Gaip İmam' teorisiyle (kaybolan imam ortaya çıkmayana kadar devlet yönetimine talip olmamak) yaşanan tıkanıklığı 'Velayeti Fakih' teorisini geliştirerek aşmayı başardı. İran Şahlarına karşı alimler tarafından başlatılan mücadele, nihayet 1980'de İslam İnkılabıyla Şahlık sistemini yıkmayı başardı. Fakat, tüm İslam dünyasına ümit aşılayan bu inkılap, bugün 'Ulus Devlet'in dayattığı mezhebi sınırları aşamadığı görülüyor.

Sünni dünya ise hala ısırıcı zalim sultanların kıskacında kıvranıyor. Değişik isimler altında devam ettirilen saltanat sistemi; bugün kimi yerde krallık, kimi yerde askeri diktatör, kimi yerde ise göstermelik seçimlerle başa gelen bürokratik oligarşik şeklinde karşımıza çıkıyor. Batı kaynaklı demokrasi maskeli Modern Ulus Devletle daha da kurumsal ve muhkem hale getirilen baskıcı sistem, dışarıda emperyalistlerle işbirliği yaparken içeride muvahhid Müslümanlara her türlü baskıyı yapıyor.

Kan, gözyaşı, baskı ve kaos içindeki İslam dünyasının Kerbela'yı doğru anlamaktan başka bir yolu yoktur. Hz. Hüseyin'i rehber edinen İslam alimleri, Kerbela'dan sonraları zalim sultanlara karşı takınılan tavrın ümmeti nereye getirdiği ile yüzleşmeli; gaspçı yöneticilere karşı mücadelede ümmetin önünü açacak yeni bir siyaset fıkhı ortaya koymalıdır.

Unutulmamalıdır ki; bu yapılmadan anma törenlerinde hamasi söylem ve sloganlarla ya da ağlayıp dövünmekle ümmet, bu makus kaderinden kurtulamayacaktır.