Dünyanın en eski şehirlerinden biri olmak… Hatta en eski şehri olmak veya kabul edilmek… Bu duygunun nasıl bir duygu olduğu konusunda bilimsel bir açıklama getirecek durumumuz yok elbette. Ama bu şekilde kabul edilmek, bu şehirde yaşayan insanda nasıl bir ruh hali yaratır acaba (?) sorusuna /kendi tecrübelerimizden de yola çıkarak, biraz da kendi manevi şahsımıza bakarak/ az çok bir yanıt getirmemiz mümkün olabilir mi acaba?...
Evet, şu an bilinen tarihi realiteler Urfa'nın dünyanın en eski yerleşim yeri olduğunu gösteriyor. Tabi bu, ne kadar gerçekçi bir tarih, orası uzmanlar tarafından tartışılabilir elbette. Ki, burası bizi pek ilgilendirmiyor da. Bizi asıl ilgilendiren konu, dünyanın en eski şehrinde yaşıyor olmanın burada yaşayan insanda yarattığı ruh hali?
Artık çok bilinen /her zaman değişme ihtimali olan ve gerçek anlamda amel etme noktasında tarihin, bizi şüpheye götürebilecek bir özellikte olmasını ayrı tutarsak eğer/ bu tarih, 12 binyıl öncesine kadar gidiyor... Bu vesileyle çok şey yaşamış, çok şey görmüş bir şehir Urfa. Urfa'nın bilgeliği de masalsı bir şehir oluşu da işte bu realiteden kaynaklanıyor dersek yeridir. Böyle olduğu için bilgelikle beraber ukalalık da her zaman kendini gösterme cüretini/fırsatını gösterebiliyor. Ukalalık/bilgiçlik, bilginin hazmedilmemesi olarak da tarif etmek mümkün.
Bilginin hazmedilememesi bir kendini beğenmişlik sendromunun başlangıcı veya sebebi olabilir mi diye düşünüyorum. Çünkü gördüklerim ve yaşadıklarım bunu gösteriyor. Kibir ve tepeden bakma, bir atalet sonucunu doğuruyor. Ki bu, çok tehlikeli bir durum…
Bu vesileyle 'nasıl olsa biz en eskiyiz…' deyip tepeden bakma psikolojik hastalığı, beynin her tarafına bulaşınca, sağlıklı düşünme ve karar verme erki de ortadan kalkabiliyor. Giderek bu durum, bir bakıma ahlaki bir problemi de beraberinde getiriyor. Bu halet-i ruhiye şu an mevcut ve bir veba gibi ruhumuzu, aklımızı tümden kuşatmış durumda.
Kendini beğenmişlik sendromu sonucunda irfan, iyi düşünme, hoşgörü vs. gibi değerli mefhumlar, aklı terk ediyor, doğru düşünmeyi ve davranmayı engelliyor. İnsanı yalınlaştırıyor… Kendi içine hapsediyor. Dışarıyla irtibatını adeta kesiyor. Koca dünya içinde yalnızlaşmaya sebep oluyor… Bu, hiçte iyi bir sonuç değil…
Şaşkınız!
Aklı başında düşüncenin varlığı da bununla beraber yürüyerek, bir bakıma uçurumun başında olan Şehrin geleceğini 'sırat'ta tutuyor. Ama geleceği pamuk ipliğine bağlı olan Urfa'nın uçurumdan aşağıya doğru yuvarlanmayacağının garantisini kim verebilir?
Böyle olduğu için insan kibirli oluyor. Tam tersi durumda ise, gerçek bilginin insanı mütevazı yaptığı hakikati. Ne acıklı bir durum bu …
Sanırım Ahmet Hamdi Tanpınar Urfa'yı görseydi ve tanısaydı eğer, güzel şeyler yazacağından eminim. Ama eğer Urfa'nın içinden biri olarak, bugünü görseydi ve yaşasaydı aynı şeyleri yazar mıydı acaba (?), bilmiyorum ama bu konuda oldukça kuşkulu olduğumu söyleyebilirim…
Beni bu kuşkuya sokan Urfa'nın bugün ki yapısı ile Kurtuluş Savaşı öncesindeki sosyolojik ve dinsel farklılıktan kaynaklanıyor.
Çünkü Kurtuluş Savaşı öncesindeki Urfa'da hem dinsel ve mezhepsel açıdan, hem de toplumu oluşturan farklı insan grup/ırk/lar açısından saflar oldukça belirgindi. Herkes birbirini iyi tanıyor ve biliyordu. Birbirilerine yaklaşımları da belli bir düzeydeydi. Bu durum, Urfalı'da özellikle Müslüman Urfalı'da temkinli davranmaya, yaptığı her işin en iyisini yapmaya sebep oluyordu dersek yanılmış olmayız.
Bu toplumsal belirginlik Urfa'da artık yok. Dolayısıyla rekabet ortamı da kendiliğinden ortadan kalkmış oluyor. Başka bir deyimle işini en iyi şekilde yapma refleksi/erdemi ortadan kalkmış oluyor. Bu vesileyle Urfa'da artık işler iyi yürümüyor.
Tüm enginliğine rağmen, tüm avantajlarına rağmen işler iyi yürümüyor. Kim bilir belki de artık saatleri yeniden ayarlama vakti gelmiştir!...
Zira Urfa, kendini anlayabilmiş bir şehir değildir. Urfa, kökleri çok derin ulu bir çınar heybetinde bir şehir olmasına rağmen, bu görüntünün ve asaletin farkında değildir. Işık saçan bir yıldızdır. Ama bu ışığın saçıldığı alanın varlığını görebilmiş değildir.