Ahmet Hamdi Tanpınar, 'Beş Şehir'de anlattığı şehirlerden biri olan Konya hakkında yazdıklarını Urfa için de yazar mıydı acaba? Bursa veya İstanbul hakkında yazdıklarını… Veya şöyle diyelim: Hiçbir mukayeseye girmeden, bu şehirlerden azade bir ifadeyle Urfa'yı sadece kendi hususiyetleriyle anlatır mıydı?
Belki evet, belki hayır… Orasını bilemeyiz tabi. Ama Tanpınar, Urfa'ya gelmediği için veya şöyle diyelim; Urfa'yla hiçbir irtibat kurmadığı, belki de kurmayı gerektirecek bir neden olmadığı için adı anılan bu beş şehir hakkında yazdıklarını, Urfa için de yazar mıydı sorusunun cevabını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Belki de bu durum hayra yorumlanabilecek bir sonuçtur Urfa için… Kim bilir!…
Urfa, bütün bu şehirlerin nev-i şahsına münhasır hususiyetlerini kendi şahsında göstermeyebilir belki. Geçmiş ve gelecek arasında, hatta topyekûn bütün zamanların üstünde ve bizatihi içinde bir şehrin göstermesi gereken refleksleri gösterme babında öncü ve örnek bir şehir olarak değerlendirebilir miydi? Bilmiyorum… Belki evet, belki hayır… Zira bu, o kadar da önemli değil çünkü…
Ama bildiğimiz bir şey var: Urfa kendi başına; özgün ve başka hiçbir şehre benzemeyen hususiyetleriyle özel bir şehir… Eskilerin deyimiyle kadim bir şehir Urfa. Tarih kadar eski… medeniyet olarak, sosyolojik olarak, mistik olarak, bilim ve edebi olarak müstesna bir şehir… İşte bu yüzden kadim bir şehir ve bu yüzden müstesna bir şehir Urfa… Ve böyle olduğu için de tarihin her döneminde adına sık sık rastlanıyor. Gerek stratejik konumuyla gerek mistik ve ilmi boyutuyla, edebi ve sanat boyutuyla hep önde bir şehir, hep ilkler arasında hatta en başında bir şehir Urfa…
Buradan yola çıkılarak ve bu özgün yapıdan cesaret alarak, bir Urfa güzellemesi yapmak mümkün olabilir mi?
Urfa, özel hususiyetlere sahip yekpare bir şehir. Hem geçmişi ile irtibatlı, hem de geleceğe dönük yüzüyle geçmişin tesiri altında, aynı zamanda bağımsız; ama geçmişinden kopamayan bir şehir görüntüsü çiziyor. Adeta bu, bir yazgı Urfa için. Geçmişten kopmaması veya kopamaması da ayrıca büyük bir handikap onun için; çünkü:
Urfa… İbrahimi hakikatin mistik, manevi havanın bıraktığı tesir altında kalan bir şehir mi, yoksa sosyolojik, tarihsel zengin bir coğrafyanın içinde kalan/yoğrulan bir eski zamanın masalsı şehri gibi tüm zamanlara meydan okuyan bir şehir mi? Bu yönleriyle Urfa, hep epik bir türkü gibi görünmüştür ben naçize. Tüm eksikliklerine, masumluğuna rağmen… Hatta hırçın, bedbin hoyratlığına rağmen hep çekici olmuştur. Tüm zamanların üstünde, tüm zamanların içinde bir şehir kompozisyonu çizerek, adeta meydan okuyor tüm zamana, Ersin Gürdoğan'ın 'zamanı aşan şehirlerine' karşı/rağmen…
Urfa, Ortadoğu'nun içinde yer alan ve öğrencisi olmayan bir eski zaman bilgesi gibi Dış Dünya'ya, Batı'ya ve daha ötesine açılan kanatlarıyla adeta tüm Ortadoğu'nun mümessili bir öğretmen gibi Ortadoğu'nun tüm hakikatlerini en yalın biçimde haykırma cesaretini/bilgeliğini üslenmiştir bir bakıma. Bu halet-i ruhiye içinde İbrahim'den tevarüs eden bu mistik bilgeliğin, aslında çok tehlikeli oluşumlara kapı aralayan bir durum olduğunun da farkında değildir. Farkında değildir çünkü bu durumun O'nda ne gibi oluşumlar/maceralar yaratacağının bilincinde olmadan, etrafına çalımlar atmakta, İbrahim'den tevarüs eden bu mistik bilgeliğe, zengin tarihine ihanet eden bir tavır içindedir. Adeta bu halet-i ruhiye ile sarhoş olmuştur ne yazık ki...
Bilgeliğin karşıtlığı ukalalık… Bu iki kavram bir araya gelince insanı sarhoş eder… Özellikle kendini bulamayan ve tanımayan, erdem yoksunu insanı… Bu ikisi, bu yüzden bir arada barınmaz… Bilgelik ve ukalalık… Birbirinden azade ve bir o kadar da birbirine zıt; aynı zamanda atbaşı giden iki vaziyet/psikolojik huy / ahlak. Tüm zamanlarda ve tüm yerlerde hep beraber olmuştur bu iki düşman vaziyet…
İşte bu iki düşman vaziyet, yani bilgelik ve ukalalık, adeta Urfa'nın kaderiyle oynayan iki kavram; Urfa'yı habire ileriye ve geriye doğru iterek, boyunun ne uzamasını ne de kısalmasını ister gibi işliyor. Ne acıklı bir durum değil mi? Üstelik bu iki vaziyet, bu şehrin insanın eliyle gerçekleşiyor ve kimse çıkıp da 'yahu biz ne yapıyoruz' deme cesaretini göstermiyor…
Kendinde böyle bir cesareti görmediği halde, kapı aralarında, kulakların işitmediği kuytu köşelerde bu hakikati söylemekten de geri kalmıyor, ne yazık ki?..