Son günlerde ülkemizde kendisini iyice his ettiren bir ekonomik krizle karşı karşıyayız. Ülke olarak çok kriz atlattık ama bu sefer ki krizin şiddeti daha fazla gibi… Ve şu an bu krizin en büyük sıkıntısını da her dönemde olduğu gibi fedakar ülke insanı yaşıyor. Yaşanan bu ekonomik krizin iki boyutu var; birincisi ülkemizi esir almaya çalışan dış mihraklar boyutu ikincisi; ülke olarak bizden kaynaklanan sorunlar boyutu…

Şimdi işin birinci boyutunu yani ABD'nin sömürgeci dış saldırısını zaten biliyoruz. Ama yaşanan tüm sorunları, sadece ABD'nin dolar saldırısına bağlama konusuna gelince, kimse kusura bakmasın bu, 'halının altına süpürmek' deyimine denk düşen politik bir yaklaşım olur ki sanırım bu sefer halının altında süpürülecek bir yer de kalmadı.

Şu aşamada halkımız gerçekten büyük bir ekonomik sıkıntı içerisindedir. Ve maalesef bu sıkıntıların birçoğunun sebebi de atılan yanlış adımlardır. Ama buna rağmen halkımız, inancının verdiği güçle her şeye rağmen 'şükür' diyebiliyor. Fakat bunun da bir sınırı olduğu bilinmelidir. Bu halk, tarih boyunca, bu ülkede yaşanan her türlü olumsuzluklarda -savaşlar dahil- üzerine düşeni hakkıyla yerine getirmiştir ve getirmeye devam ediyor. Bu saatten sonra en büyük sorumluluk bu halk tarafından seçilen yetkililere düşüyor.

Yetkililer, özellikle içeride yaşanan adaletsizliklerin önüne geçmeli ve toplumu yaşanan ekonomik krizden kurtaracak doğru politikalar ortaya koymalıdır. Faiz üzerine kurulu, fakirin alın terini birkaç haramiye peşkeş çeken kapitalist sistemin önüne geçilmeli, yerli üretim teşvik edilip bizde olan ürünlerin ithalinden vazgeçilmeli, devletteki israfın önü alınmalıdır, OHAL kapsamında mağdur edilen insanların mağduriyeti giderilmelidir…

Sıkıntılı bir süreçten geçtiğimiz bugünlerde yöneticilere altın değerinde önemli nasihatler içeren İbn-i Haldun'un Mukaddime adlı eserinde rastladığım değerli bir yazıyı sizinle paylaşmak istedim…

Şimdi İbn-i Haldun'a kulak verelim:
'Behram oğlu Behram, Sasani'de 18 yıllık hükümdarlık yaptı. Hükümdarlığın ilk dönemlerinde kendini zevke, eğlenceye verdi alabildiğine. Dostlarının, yardımcılarının elleri, halkına sıkıntı vermek, zulüm etmek için uzandı. Bu eller birçok yöreyi, köyleri, kasabaları yıkıp bıraktı. Bu, İranlıların din işleri yetkilisi olan Mubezan'ın onu bir baykuş masalı ile uyarmasına kadar böyle sürdü.

Behram oğlu Behram bir avdan dönerken yıkıntılar arasında bir baykuşun ötüşünü duydu. Sonra yanındakilere bu kuşun ne dediğini anlayan var mı diye sordu.

Mubezan şöyle cevap verdi:
'Bu baykuşun anlattığına göre, bir gün erkek bir baykuş bir dişi baykuşa evlenme teklifinde bulunmuş ama dişi baykuş 20 köy ve kasaba yıkıntısını kendisine vermesini istemiş erkeğinden. Bu 20 yıkıntı da Behram oğlu Behram döneminde yıkılan köy ve kasabalardan olacak! Erkek baykuş da hemen şu yanıtı vermiş: 'Hayhay! Eğer Behram oğlu Behram'ın dönemi daha sürerse, değil 20 tanesini, yıkıntı köylerden ve kasabalardan 1000 tanesini bile ayırabilirim senin için! Seninki çok kolay bir istek.'

Hükümdar bu öyküden etkilenip aymazlığından uyandı. Mubezan'la yalnız kalıp öyküyü anlatmadaki amacının ne olduğunu sordu. Mubezan şöyle konuştu:

'Hükümdar! Egemenliğin gücü, ancak din ile Tanrı'ya boyun eğmekle, onun buyruğuna, yasağına göre yetki kullanmakla sürülebilir. Din de ancak devlet egemenliğiyle ayakta durabilir. Devlet egemenliğiyse, adamlar olmadan gücünü gösteremez. Adamlar da, malla mülkle ayakta durabilirler… Mal ve mülkse toplumsal ve ekonomik gelişmelerle (umran) elde edilebilir ama toplumsal ve ekonomik gelişme, adalet olmadan gerçekleşmez.

Adalet, yaratıklar arasına konmuş bir terazidir ki, Tanrı koymuştur onu ve düzgünce tutması için, birine vermiştir. Devlet egemenidir o. Hükümdar! Sen çiftliklere, tarım yapılan topraklara yöneldin, buraları erbabının elinden emekçilerinden çekip aldın. Oysa onlar, çeşitli vergiler aldığın ve kendilerinden devlet geliri, toplayıp sağladığın kimselerdi. Onların ellerinden aldığın yerleri, kirası karşılığında ekip biçsinler diye, çevrendekilere, sana hizmet edenlere ve dostlarına verdin. Bunlarsa yeterli üretimde bulunmadılar, toprakları iyi işletemediler, sonuçta, ne elde edilir, topraklarda verim için ne gereklidir, üzerinde durmadılar.

Üstelik hükümdara yakınlıklarından dolayı devlete ödemeleri gereken vergi konusunda kendilerine göz yumuldu. Normal vergilerini ödeyen tarım ve emek erbabından kimler kalmışsa, onlara da, senin bu çevren tarafından zulmedildi.

Bu neden çiftçiler ve emekçiler, çiftliklerini, tarlalarını bırakıp çekildiler, yurtlarını boş bıraktılar, tarım yapabilecekleri ülkeler bulup ve oralarda yaşadılar. Dolayısıyla, ülkedeki toplumsal ve ekonomik, gelişme yavaşladı, tarıma elverişli topraklar, çiftlikler, yıkıntılara uğradı, eskiler ordu ve halk ölüme sürüklendi. Ve devlet egemenliğinin sütunlarının dayanmadan durmadığı temel dayanakların yıkıldığını öğrenen komşu hükümdarlar, bu yüzden İran ülkesine göz dikmeye başladılar.'

Hükümdar bu sözleri dinleyince, yönetimdeki işleri doğrudan yönetmeye yöneldi; çiftlikleri, tarıma elverişli toprakları, gözdelerinin elinden aldı ve asıl sahiplerine verdi. Bunlara, eskiden yüklenen vergiler yüklendi ve bunlar, üretime, topraklarını işlemeye koyuldular.

Güçsüz olanları güçlendi, buna bağlı olarak da, topraklar verimli duruma geldi, ülke bolluk yüzü gördü, devlet adına haraç, vergi toplayanların elinde mal çoğaldı, ordu güçlendi, düşmanların tutundukları dallar kesildi, sınırlar gerekli şekilde doldurulup donatıldı. Yani hükümdar, kendi yönetimine ilişkin işlerle ilgili kendisi ilgilenmeye koyulunca işler yoluna girdi, yönetimi bir düzene sokabildi.

Bu öyküden şunu anlamalısın ki 'zulüm', toplumsal ve ekonomik düzeni yıkar. Toplumsal ve ekonomik yıkıntı da sonuçta devlete zarar verir. Her şey bozularak ve çözülerek… Burada denilmek istenen odur ki zulümden ve haksızlıktan kaynaklanan toplumsal ve ekonomik çöküntünün meydana gelir olması, anlattığımız nedenden dolayı kaçınılmaz bir olgudur ve zararı devlete olur.

Bilesin ki halkın malına el uzatıp hakkını yemek, insanların mal mülk edinmeye, kazanca yönelik isteklerini söndürür. Neden ki insanlar, o zaman ne denli çalışıp kazansalar, sonuçta ellerinden alınacağını düşünürler. Çalışıp kazanmaya, mal mülk edinmeye yönelik istekleri sönünce de, kazanma yolundaki çabalardan kendilerini çekerler. Halkın hakkına ne denli el uzatılırsa, tüm yaşam, kazanç kesimlerini içerecek ölçüde yaygın bir duruma vardığı zaman, halkın çalışma ve kazanma yolundaki çabalardan uzak kalmalar da o oranda azdır.

Bayındırlığın ve ekonomik durumun gelişmesi, piyasanın canlanması, ancak emek ve çabalarla varlığını korur. Halkın elverişli, yararlı alanlardaki uğraşlarıyla, kazanç yolundaki çalışmalarıyla, bu alanlarda gidiş gelişleriyle… Halk, hareketten kesilip oturursa ve ellerini kazanç yollarından çekerse, bayındırlık ve ekonomik gelişme ve piyasa da durur, durumlar bozulur ve halk, geçimlerini sınırlarının ötesinde aramak üzere, o ülkeden başka ülkelere dağılıp gitmeye başlar. Bu yüzden de o ülkenin yaşayanları azalır, yurt boşalır, kentler ve kasabalar yıkıntıya uğrar…' Mukaddime 2/ sayfa: 217

Ve son olarak; evet, biz bir kalenin içindeyiz. Dıştan kalemize bir saldırı var. Burada en önemli ve birinci vazifemiz, kalemizdeki düşman girişine imkan sağlayan gedikleri kapatmak olmalı değil mi?

Eğer bu gedikleri kapatmazsak düşmana kızmamızın bir anlamı olur mu?

Umarım bizim yöneticilerimiz de Behram gibi bu hikayeden bir ders alır da halkın yaşadığı sorunlara çözüm bulurlar.