DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Celal Beyden ayrıldıktan sonra Ahmet Hocayla müzedeki yürüyüşümüze başladık.
Müzenin ilk bölümü 'Paleolitik Çağ'a ayrılmış. Bize ilkokulda 'Yontma Taş Devri' diye öğretmişlerdi. 'Kaba Taş Devri' de deniliyor. Günümüzden 3.3 milyon yıl önce Afrika'da başladığı ve 11.500 öncesine kadar devam ettiği kabul edilen insanlık tarihinin en uzun dönemi. Karakteristik çizgileri ve kültürleriyle kendi içinde de Alt, Orta ve Üst Paleolitik olmak üzere 3 evreye ayrılıyor.
Bu çağ buluntuları açısından Urfa ülkemizin en zengin illerinden biridir. Türkiye'de Paleolitik Çağ'a ait ilk buluntu, Birecik'te Fırat Nehrinin alüvyonları içinde bulunmuştur. Yine Birecik, Bozova, Hilvan ve Suruç'ta ortaya çıkarılan buluntular, Paleolitik Çağ araştırmaları açısından Urfa'nın çok önemli bir merkez olduğunu ortaya koymaktadır.
Kapıdan girişte sağda ilk canlandırma ile karşılaşıyoruz. Kaya altındaki bir sığınağın önünde ateş yakmaya çalışan bir insan. Az ilerde hayvan derilerinden yaptığı çadırının önünde başka biri, o da bir alet yapmakla meşgul. Üçüncü biri de ağaçlık bir alanda avlanmaya çalışıyor. Camlı bölmelerde o devir insanlarının el baltası olarak kullandıkları kabaca yontulmuş çakmaktaşları…
İçimde garip duygular kabarıyor. Tarihin bütün dönemleri, ama özellikle o en eski dönemleri küçük yaşlarımdan beri çok ilgimi çeker. Eskiden keşke mümkün olsaydı da görebilseydim derdim. Ahmet Hoca da paylaşıyor duygularımı. Aklıma zaman zaman televizyonda ve internette rastladığım belgeseller geliyor. Afrika'nın, Avustralya'nın çöllerinde Güney Amerika'nın balta girmemiş Amazon ormanlarında hala o çağı yaşayan kabileler var. Geriye kalan dünyadan haberleri yok. Bir yanda bilimin ve teknolojinin ulaştığı seviye, insanların uzayda yaptığı yolculuklar, öte yanda dünyası birkaç kilometrelik bir alandan ibaret olan o eski insanlar… İnsanlığın yüzbinlerce yıl hemen hemen aynı şekilde yaşamış olmasına şaşırıyorum. Fakat bir bakıma da muazzam bir şey.
Neololitik Çağ Bölümüne geçmeden önce önemine binaen ayrı bir bölümde tek başına sergilenen çok ünlü bir heykel var. Balıklıgöl'ün hemen kuzeyinde 1993 yılında yapılan yol çalışmaları sırasında dört parçaya ayrılmış şekilde bulunan ve 'Urfa Adamı', 'Urfa Heykeli', 'Balıklıgöl Heykeli' olarak adlandırılan bu heykel, insanlık tarihinin iyi korunagelmiş, doğal büyüklükteki en eski heykelidir. Çanak Çömleksiz Neolitik Döneme ait olup MÖ: 9800-7000 yılları arasına tarihlenmektedir ki bu da Göbeklitepe ve Nevali Çori ile aynı dönemlere denk gelmektedir. Kireçtaşından yapılmış, göz çukurlarına siyah obsidyen parçaları yerleştirilmiştir. Burnunun üst tarafı tahribata uğramıştır, ağzı yoktur. Omuzları köşelidir. Göğsündeki takıyı andırır tarzda kabartma olarak çift V şekli dışında çıplaktır. Yandan aşağı sarkan kolları karın altında birleşmektedir, parmakları açıktır. Ayakları olmayıp alt kısmı bir yuvaya yerleştirilecek şekilde 'U' biçiminde yontulmuştur. Cinsel organı da görülen heykelin erkek cinselliğini sembolize ettiği ileri sürülmektedir. Klaus Schmidt'e göre, şimdiye kadar Neolitik Çağ kültürleri ile özdeşleştirilen ana tanrıça imgesi daha sonra ortaya çıkmış olup, bu heykel, özellikle Çanak Çömleksiz Neolitik Dönemde hakim 'kutsal varlığın' erkek olduğunu kanıtlamaktadır.
Daha sonra göreceğimiz başka bazı bulgularda da erkek cinselliği öne çıkarılmış. Birecik 'Mezraa Teleilat'ta ve Karahantepe'de bilhassa böyle.
İlerleyip Neolitik Çağ'ın kapısından geçtik. Bizim Yeni Taş ya da Cilalı Taş Devri olarak bildiğimiz MÖ 10500-5500 arasını kapsayan dönem.
İnsanlık tarihindeki en önemli kırılma noktalarından biri. O yüzden 'Neolitik Devrim' olarak da adlandırılır. İnsanların hayvanları evcilleştirdiği, tarımsal üretime ve buna bağlı olarak yerleşik hayata geçip küçük yerleşim yerleri kurduğu dönem. Sanayi İnkılabına kadar gelişerek sürecek olan sosyal ve ekonomik düzenin temelleri bu dönemde atılmıştır. Kendi içinde Çanak Çömleksiz ve Çanak Çömlekli olmak üzere iki evreye ayrılır.
İlk olarak Yukarı Fırat ve Dicle havzaları ile Doğu Akdeniz kıyılarında başlayan uygarlık tarihinin bu en önemli dönüşümünde Urfa'nın ayrı bir yeri vardır. Bölgedeki çalışmalar Neolitik Çağ'ın en görkemli ve etkileyici kalıntılarını ortaya çıkarmıştır.
Çanak Çömleksiz döneme ait olup MÖ 9500-8200 yılları arasına tarihlenen ve zengin avcı-toplayıcı hayat biçimini yansıtan Göbeklitepe, bu dönemin şimdilik en muazzam örneğidir. Alman Arkeolog Klaus Schmidt'in ortaya çıkarıp dünyaya tanıttığı, o zamana kadarki tarih tezlerini alt üst eden, hakkında pek çok şey yazılıp pek çok iddia ortaya atılan, her yıl 500 binden fazla yerli ve yabancı turistin gelip gördüğü bu yeri ben de birkaç sefer gidip gördüm ve çok etkilendim.
Müzedeki imitasyonu da çok büyük ve etkileyici. Üstelik aslını uzaktan seyrederken burada içine girme ve dolaşma imkanı var. Ortadaki büyük stellerden birinin altına oturduk. 12.000 yıl önce burada yaşamış olan insanlarla aynı mekanda bulunmak, onların o günün zorlukları içinde yaptıkları muazzam eserlere yakından bakmak, dokunmak müthiş bir duygu. Etraftaki canlandırmalar ve küçük büyük diğer bulgular da insan hayatındaki gelişimi gözler önüne seriyor. O insanların, o günün şartlarında ortaya koydukları bu eserler muazzam bir azmin ve başarının göstergesi. Ahmet Hocaya, 'biz bugünün şartlarında tabiatla baş başa kalmış olsak bunları yapamayız diyorum', o da hak veriyor.
Sağda Karahantepe için ayrı bir salon açılmış. Şehre 55 km mesafede Tektek Dağları Milli Park sınırları içinde yer alan Karahantepe 1997 yılında keşfedildi. Gittikçe artan bir ilgi var. Prof. Dr. Necmi Karul başkanlığında yürütülen kazılar dünyanın dikkatini bir kere daha Urfa'ya çekmiş durumda.
Çanak Çömleksiz Neolitik Döneme ait çok önemli bir merkez de MÖ 8500-8000 yılları arasına tarihlenen Nevali Çori. Ne yazık ki bulgular nakledildikten sonra 1992 yılında Atatürk Baraj Gölü'nün altında kalmış. Kim bilir o suların altında, bir daha asla ortaya çıkarılamayacak şekilde daha ne kadar kıymetli yerler kalmıştır?
Urfa'nın her tarafı tarih hazineleri ile dolu. Nitekim daha geçtiğimiz yıl Karaköprü İlçesine bağlı 'Sayburç' Köyünde Neolitik Döneme ait bir başka sit alanı daha ortaya çıkarıldı. Viranşehir'de 'Sefertepe', Birecik'te 'Mezraa-Teleilat' ve 'Akarçay Tepe', Harran'da 'Gürcütepe' aynı döneme ait diğer sit alanları… Kim bilir daha nerelerde neler ortaya çıkacak. Binlerce yıl önce buralarda yaşamış olan hemşerilerimizle, binlerce yıl sonra bıraktıkları eserler üzerinden bir çeşit bağlantı kurmak düşüncesi hoş duygular veriyor insana. Onlara hemşeri olmak düşüncesi de… Cam mahfazalar içindeki bir kısmı minicik eserlerini inceliyorum. Ne büyük bir sabır. Kim bilir ne kadar zaman ayırmışlardır. Bir kere daha, 'ben mümkün değil yapamam' diye düşünüyorum. Zaten onların yapacakları pek bir şey de yokmuş diyorum içimden. Yemek, içmek, yatmak… Başka bir şey yok. Aklıma bütün bunlar için verdikleri mücadele geliyor. Gülüyorum. Çok zor bir hayat. Kim daha rahat, kim daha huzurlu ve mutlu? O zaman vahşi hayvanlar tehlikeli imiş, şimdi, sahip oldukları teknolojiye rağmen vahşilikten kurtulamayan insanlar… Kaç gündür dünya Rusya'nın Ukrayna'ya başlattığı saldırıyı konuşuyor. Neredeyse naklen izliyoruz. Birkaç gün içinde, çoğu sivil binlerce insan hayatını kaybetti. Koca koca adamlar sabahtan akşama kadar konuşuyorlar da konuşacakları şeyler bitmiyor. Kim daha vahşi, o eski insanlar mı, biz mi?
Dolaşırken, yıllar önce Ankara'da 'Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ni gezdiğim zaman fark ettiğim bir şeyi hatırladım. Kadınların incik boncuk merakları… Burada da örnekleri var. O günün şartları içinde ne yapıp edip süslenmeye de çalışmışlar… Ahmet Hocaya da söyledim, gülüştük. Hanıma da söz etmiştim o zaman. 'Kadınların fıtratı pek değişmemiş.' O zamandan beri bana karşı koz olarak kullanmaya başladı. Ne zaman kendilerini veya evlerini süsleme meraklarına bir şey demeye kalksam, 'Ne yapalım, Allah bizi böyle yaratmış' deyip en güçlü savunmasını yapar. Aslında, değişmeyen sadece kadınlar değil, insan. Dışarıdaki bütün değişime ve gelişmeye rağmen, insan özünde aynı. Aynı arzular, aynı korkular, aynı zaaflar… Çok ilginç!
Aslında o dönemlerin birçok alışkanlığını da sürdürüyoruz. Toplayıcılık da, avcılık da devam ediyor. Çiftçilik ve hayvancılık da… Bazalt bir taşın üzerindeki buğdayın başka bir taşla ezilerek un haline getirildiğini gördüğüm zaman aklıma Eski Urfa evlerinde sık sık karşılaştığım, kullanıldığını çocukluktan hatırladığım el değirmenleri geldi. Köylerimizdeki tandır ekmeği ve yemek yapımı da yakın zamanlara kadar aynıydı. Çanak çömlek yapımı da çok değişmemiş, cam yapımı da…
Değişen bir şey geliyor aklıma. Eskiden insanların hayatı hayvanlarla çok içli dışlı. O dönemlere ait eserlerin içinde hayvanlar büyük bir yekun tutuyor. Günümüzde ise hayvanlar hayatımızdan hızla uzaklaşıyor. Şehirde birkaç kedi köpek ile biraz kuş görebiliyoruz. Bazen bu kadarını olsun görebildiğim için kendimi şanslı sayıyorum. Öyle sanıyorum ki gelecek nesiller onları da göremeyecek.
Sık sık aklıma gelen sorular da var: 'Dinin o insanların hayatındaki yeri neydi?' O dönem insanlarını hep putperestlikle özdeşleştirmişiz. Öyle mi? Onlara peygamber gönderilmedi mi? Göbeklitepe bir tapınak mıydı? Kuvvetle muhtemel ama kesin değil. Bütün bu gördüğümüz heykeller put mudur?
Ve ölüm… Ta o zamanlarda ölülerini açıkta bırakmayıp gömmüşler. Bazen evlerinin altına, bazen en yakın bir yere… Yakın zamanlara kadar ölüler evde yıkanır, evlerine en yakın caminin haziresine gömülürdü. Sonra uzak mezarlara götürüldü cenazeler. Sonra daha uzaklara… Urfa merkezde defin yapılan birkaç mezarlık kaldı; Bediüzzaman, Harrankapı, Çift Kubbe, Sırrın, Karaköprü… Onlar da küçüldükçe küçüldü. Her an oralara da defin yasaklanabilir. Çoktandır insanlar/ölüler Viranşehir yolu üzerinde açılan 'Yeni Asri Aile Mezarlık'a yönlendiriliyor. Ölüler hastane morgundan camiye, oradan cenaze arabası ile mezarlığa götürülüyor. Taziyeler de çoktandır evlerde değil, taziye evlerinde yapılıyor. Bütün bunlar, bizi birçok külfetten kurtarıyor diye hoşumuza gidiyor, işimize geliyor. Fakat öte yandan ölümü her geçen gün biraz daha hayatın dışına itiyoruz. Oysa o hep bizimle beraber. Her an yanı başımızda.
Ben her vesile ile ölümü hatırlarım ama şu sıralar daha çok yakınımda hissediyorum. İki yıldır dünyayı kasıp kavuran korona salgını son günlerde ailemizi de ziyaret etti. 10 Gün içinde peş peşe çocuklarım, damadım, gelinim, torunum, eşim derken bende yakalandım. Çok ağır seyretmiyor ama dün gece beni bir hayli zorladı. Aklıma her şeyi getirdim; ağırlaştığımı, hastaneye kaldırıldığımı, yoğun bakıma alındığımı, entübe olduğumu ve öldüğümü… Bugüne kadar dünyada 450 milyona yakın kişi yakalanmış, bunların 6 milyona yakını ölmüş, Türkiye'de vaka sayısı 14 milyonu geçmiş, ölenlerin sayısı 100 bine yaklaşmış. Ben de onlardan biri mi olacağım diye düşündüm. Buna bağlı olarak daha birçok şeyi… Eşimi, çocuklarımı, olan ve olacak olan torunlarımı, babamı, kardeşlerimi, diğer sevdiklerimi, ülkemizi, dünyayı, devamını merak ettiğim ama artık göremeyeceğim olayları… Bir şeyi daha düşündüm; bu Eski Urfa yürüyüşlerini bitiremeyeceğimi… Bir de buna üzüldüm. Biraz daha fırsat istedim Allah'tan. O da verdi. Bugün daha iyiceyim.
Müzedeki yürüyüşümüz devam ediyor. Kalkolitik Çağa geliyoruz. 'Bakır Taş Çağı' demek. Taşın yanında yumuşak bir maden olan bakırın da kullanılmaya başladığı dönem. MÖ 6000-3100 yılları arasını kapsıyor. Tarım ve hayvancılığa dayalı ilk köyler ile bunların büyüyüp kentlere dönüşmeye başladığı geçiş dönemi. Bu geçiş sırasında sosyo-ekonomik hayat bölgelere göre farklı derecede olmak üzere büyük değişiklikler geçirir ve daha sonra görülecek olan 'Kent-Devlet-İmparatorluk' sisteminin ekonomik çekirdeğini oluşturur.
Kalkolitik Çağ, İlk, Orta ve Son Kalkolitik olmak üzere üç evreye ayrılmaktadır. MÖ 6000-4300 yılları arasına tarihlenen İlk Kalkolitik dönemde, Kuzey Mezopotamya, Kuzey Suriye ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde, önce Halaf Kültürü (MÖ 6000-5200) ve onu izleyen Obeyd/Ubeyd Kültürü (MO 5200-4300) görülür.
Orta Kalkolitik dönemde, aynı bölgelerde, Son Obeyd/Ubeyd (MÖ 4300-3800) ve Orta Uruk (MÖ 3800-3600) kültürleri görülür. Artık küçük yerleşim birimleri genişleyerek kentleşmeye başlamıştır. Su ve kara yolu üzerinden kuzeye yayılan ticaret, kil mühür baskılarıyla (bullalar) kayıt altına alınırken Anadolu ve Mezopotamya kültürleri arasında etkileşim artmıştır. Ticaret ve madencilik sayesinde zenginleşerek güç kazanan yerel yöneticiler, sınırları tam olarak tanımlanmamış bağımsız birer siyasi güce dönüşmüştür.
Son Kalkolitik (MÖ 3600-3300) Mezopotamya'da yazının kullanılmaya başlandığı Uruk (Son Uruk/Kuzey Uruk) dönemiyle eşleştirilmektedir. Ticaret kil tabletler üzerinde resim yazısıyla kayıt altına alınırken, toplumda hiyerarşik bir düzen kurulmaya başlamıştır. Dini, idari ve ekonomik açılardan bir merkezî güç oluşmaya ve toplumsal sınıflar belirginleşmeye başlamıştır.
Ticareti ve ibadeti yönlendiren bir seçkinler sınıfı siyasi gücün de sahibi olmaya başlamıştır. Buna bağlı olarak da merkezileşme gittikçe güç kazanmıştır.
Bu dönemin hayat biçimi, Urfa ve çevresindeki yerleşim yerlerinde de kendini göstermiştir. Birecik'te Fıstıklı Höyük, Hacınebi Höyük, Zeytinlibahçe Höyük ve Surtepe Höyük, Siverek'te Çavi Tarlası ve Hassek Höyük (Her ikisi de baraj gölünün altında kalmıştır), Haliliye'de Kazane Höyük (Konuklu)bu dönemin önemli yerleşim yerleridir.
O döneme ait buluntular ve canlandırmalar arasında dolaşıyorum. İnsanoğlu çok özel bir canlı. Hz. İnsan. Şaheser. Yaratan, gelecekteki bütün gelişim sürecini adeta içine ziplemiş. Gittikçe artan bir hızda o ziplerin düğmelerine basıyor, açıyor ve daha gelişmiş bir hayata doğru yeni adımlar atıyor.
Köyler şehre dönüşüyor. Bazı insanlar gününü gün ederken bazıları güç biriktirmenin derdinde. Kadınlar süslenmeye, erkekler silah yapmaya devam ediyor. Haksızlık etmeyeyim, kadınlar hayatın her alanında varlar. Tarımda, hayvancılıkta, dokumacılıkta, eşya yapımında… Fakat hayvanların dünyasında olduğu gibi insanların dünyasında da her şeyi maddi güç belirliyor. Bugünlerin temelleri o zamanlardan atılıyor.
En dikkati çeken husus, ticareti (mal, zenginlik) ve ibadeti yönlendirenlerin siyasete de egemen olması. Din adamları, bazen doğrudan yönetici olurken, bazen de yöneticilerin en yakınındaki kişiler/işbirlikçiler oluyor. Aklıma bu ilişkinin tarihi sürecine dair dünyadaki ve bizdeki örnekleri geliyor. Ne yazık ki azı olumlu, çoğu olumsuz… Ülkemizin de en önemli konularından biri hala din siyaset ilişkisi. Sürekli tartışılıyor ve fakat bir sonuca bağlan(a)mıyor. Urfa'nın bir de özeli var; ağa-şıh ilişkisi… Yutkunuyorum.
Canlandırmaların hepsi çok ustaca yapılmış. Fakat çömlek yapan birinin yüz ifadesi, tebessümü özellikle çok dikkatimi çekti. Çok gerçekçi ve çok hoş.
Koca müzede bizden başka çok az kişi var. Rahatlık açısından memnunum ama nüfusu 2 milyonu aşkın bir şehirde böyle bir müzeye kimsenin ilgi göstermemesi rahatsız edici.