M. Sarmış: Artık ilkokula gelelim. Şehit Nusret'te mi başlamıştınız?
F. Kürkçüoğlu: Hayır, Atatürk İlkokulu'nda başladım.   Şehit Nusret evimize çok yakındı; ama o sıralar şimdiki yerinde değildi. Onun ilerisinde Bıçakçı Meydanı'na giderken yol üzerinde bulunan avlulu bir evdi. Çirkinler Ailesi'nin adını taşıyan Çirkinler Kabaltısı'nın tam karşısında… İsmi de sanıyorum Şehit Nusret değildi. Babam elimden tutup beni götürdü. O sırada Nihat ve Cihat Abim Atatürk İlkokulunda okuyorlar. Yıldız Meydanı'nda, Ulu Cami'nin güneydoğu köşesinde, şimdi Kur'an kursu olan eski binada. O zaman okul çok az, hepsi de çok küçük. Okul müdürü Ali Galip Aksoy, babama "Bekir Efendi, hiç yerimiz yok. Bu sene Atatürk'e götür, seneye Basmahane'ye geçeceğiz. İnşallah o zaman alırız." dedi. Rica minnet, baktık olmuyor, babam götürüp Atatürk İlkokuluna kaydetti. Orada hatırımda kalan ve beni çok üzen bir şey var. Bir yılda tam dört öğretmen değiştirdik. Gelenler de hep vekil öğretmendi. Öğretmen sıkıntısı vardı anlayacağınız.

M. Sarmış: Maalesef o sıkıntı hâlâ devam ediyor hocam.
F. Kürkçüoğlu: Maalesef. İlk öğretmenim Akif Düngör, ikincisi Nurettin Hamevioğlu, üçüncüsü Asaf Döner. Halen yaşıyor, İstanbul'da. Dördüncüsü de okul müdürümüz Şerif Özden'in damadı Muhittin Azizoğlu… Sınıfımız çok küçüktü; 15 metre kare filan. Dörderden iki sıra dizili. Tabii eğitim sistemini anlatmaya gerek yok. Çapıt Top'ta uzun uzun anlatmıştım. Bizi okuldan tiksindirmek için ellerinden ne gelirse yaparlardı.
M. Sarmış: Bazı insanlar, hatta çokları, günümüzü eleştirirken geçmişte her şey çok iyiymiş gibi anlatıyorlar. İşte eskiden öğretmenler böyle iyiydi, öğrenciler şöyle iyiydi filan diye övüp duruyorlar. Oysa hiç de öyle değildi. İyisi de vardı tabii, ama hepsi öyle değildi.

F. Kürkçüoğlu: Aynı düşünüyoruz. Dayak yemediğimiz gün yoktu.

M. Sarmış: Neyse, o konu uzun gider hocam. Ne zaman başladınız okula?

F. Kürkçüoğlu: 1956'da. İkinci sınıfta Şehit Nusret'e geçtim.
 
M. Sarmış: O zaman okullar trahomlu-trahomsuz diye ikiye ayrılmış. Bulaşmasın diye.

F. Kürkçüoğlu: Evet. Bizim Atatürk de, Şehit Nusret de trahomsuzdu. Kurtuluş ve Turan Okuluna da trahomlu çocuklar giderdi. Hatta o okulların adı söylenmez "Trahom Mektebi" denirdi. O zaman trahom çok yaygındı. Doktorlar göz muayenesi yapmak için sık sık okullara gelirdi. Ödümüz kopardı.

M. Sarmış: Doğru, ben de hatırlıyorum. Ellerini uzatıp göz kapaklarımızı dışına çevirirlerdi. Gelenler arasında grant tuvalet giyinen birini hatırlıyorum.

F. Kürkçüoğlu: Ahmet Bey. Ahmet Toker… Çok kibar bir adamdı. Doktor değildi, sağlık memuru idi. İşini çok iyi yapan bir adamdı. Allah rahmet eylesin. Hastalık bulaşıcı olduğu için çok titiz davranırlardı. Öyle hatır gönül olmazdı. Veliler de ona dikkat ederdi. Gözünde trahom çıkan arkadaşlarımız üzülürdü, ama yapılacak bir şey yok. Uzak okullara gitmek zorunda kalırlardı. Sonra iyileşip dönenler de olurdu.

M. Sarmış: İlkokula dair söylemek istediğiniz başka şeyler var mı?
F. Kürkçüoğlu: Benim en çok hatırımda kalan dördüncü ve beşinci sınıf anılarım var. Dördüncü sınıfta Mahmut Uğurlu bizi okuttu. Beşinci sınıfta ise Mehmet Âkil. Benim yaşımda olup da okumuş, kariyer yapmış çoğunun öğretmenliğini yapmıştır. Fakat bende çok kötü bir etkisi olmuştur. Hiç unutmam, belki ortaokul ve lisedeki matematik derslerim o yüzden hep zayıf geçmiştir. Öğretmenimiz "Yarın çarpım tablosunu 9'lara kadar ezberleyip gelin." dedi. Belki biliyorsunuz, eskiden çarpım tablosunu bize ezberletirlerdi. Aslında dördüncü sınıfta ezberlemiştik, ama o akşam yine çalıştım. Ertesi gün öğretmenimiz beni tahtaya kaldırıp 8'leri tekrar et dedi. İyi başladım, ama ortalara gelince biraz durakladım. Öğretmenimiz "Çalışmamışsın." deyip önce kulağımı çekti, sonra tokat atıp tekmelemeye başladı. Ağlayamadım da… En son arkama bir tekme daha atıp "Git babanı çağır." diyerek kapı dışarı etti. Canım yanıyor. Yüzüm attığı tokatlardan kızarmış. Önce eve gittim. Annem, "Madem öğretmenin öyle demiş, git babana söyle." dedi. Şimdi o halde babamın yanına nasıl gideyim? Fakat başka çarem yok. Ağlaya ağlaya gittim. "Her ola!" dedi babam. Dedim "bele bele…" Aldı beni okula getirdi. Öğretmen daha sözünü bitirmeden, bu sefer babam dövmeye başladı. Sınıfın içinde, arkadaşlarımın karşısında… Bende her şey o anda bitti. Ders çalışmayı tamamen bıraktım. Beşinci sınıfı nasıl geçtim, bilmiyorum. O olay ortaokulda da, lisede de matematik dersime sekte vurdu.

M. Sarmış: Özellikle ilkokulda öğretmenin ne kadar önemli olduğunun kötü bir örneği…

F. Kürkçüoğlu: Evet, adeta tiksindim. Babalarımız da çok sertti. Derler ya "Eti senin, kemiği benim." diye…

M. Sarmış: Evet, o sözü çok iyi bir şeymiş gibi bugün bile tekrar edip duranlar var.

F. Kürkçüoğlu: Çok yanlış tabii. Disiplin iyi bir şey. Terbiye çok önemli. Ama öyle şiddete dayalı olmaz kesinlikle. Savunulacak bir yanı yok.

M. Sarmış: Peki hocam, beşinci sınıfı 1960 yılında bitirmişsiniz. O yıl 27 Mayıs İhtilali oldu. İhtilalin sizin çocuk dünyanızda bir etkisi var mı? Mesela evinize nasıl yansıdı? Hatırlıyor musunuz?
F. Kürkçüoğlu: Babam Demokrat Partili idi. Demokrat Parti'nin çizgisindeki Son Havadis Gazetesini okurdu. Babamın isteği üzerine annem evde birikmiş olan gazetelerin hepsini ocakta yaktı.

M. Sarmış: Hani herhangi bir ev aramasında bulunmasın da aleyhte delil olmasın diye…
F. Kürkçüoğlu: Evet. Gerçi o zaman Urfa küçük, herkes herkesi tanıyor. Kimin hangi partiyi desteklediğini biliyor. Yine de öyle bir tedbir alma gereği duymuşlar. Bir de o günlerde evlerimizin civarında askerleri görürdük. Hatta annem onlara götürelim diye zaman zaman su ve yiyecek bir şeyler verirdi. Gerçi onlar su içerlerdi ama elimizden kolay kolay bir şey yemezlerdi.

M. Sarmış: İlginç. Emir almışlardır. Herhangi bir olumsuzluk olmasın diye tedbir gereği olmalı.
F. Kürkçüoğlu: Herhalde… Bir şey daha hatırlıyorum. O sırada Alaaddin Kral adında askeri bir vali gelmişti. Aniden okullara baskın yapıyor, sınıflara giriyor… Bir gün sınıftayız. Bir baktık vali sınıfa girdi. Yanında okul müdürümüz Ali Galip Aksoy. Hepimiz ayağa kalktık. Mehmet Akil Hocanın rengi attı. Valinin ayağında çizme, elinde bir kamçı. Tahtanın önüne geçti. "Ben kimim?" diye sordu. Kimseden ses yok. "Ben Vali Alaaddin Kral." dedi. Bir arkadaşımızı tahtaya kaldırdı. "İsmimi yaz." dedi. Arkadaş yazamadı. Başkalarını kaldırdı, onlar da yazamadı.

M. Sarmış: Korkudan, heyecandan…
F. Kürkçüoğlu: O da var, ama ismi de acayip. Kimisi iki t ile, kimisi d ile yazdı. Tek t ile yazan oldu. Velhasıl doğru yazan olmadı. Bunun üzerine vali öğretmenimize kızdı, fırça çekti. "Yarın tekrar geleceğim." deyip gitti. Bu sefer öğretmen adını tahtaya yazdı. Biz de defterlerimize yazdık. Evde iyice öğrenene kadar yazacaksınız diye ödev verdi. O gece sabaha kadar üç sayfa beş sayfa tekrar tekrar yazdık. Ertesi gün vali yine geldi.

M. Sarmış: Geldi yani…
F. Kürkçüoğlu: Tabii. 8-10 kişiyi tek tek kaldırıp adını yazdırdı. Baktı tamam, çekti gitti.

M. Sarmış: Ne adamlar var ya! Neyse… İlkokul bitti. Gelelim ortaokula… Siz de Asfalt Yol'daki o taş binada okudunuz tabii.

F. Kürkçüoğlu: Tabii. Zaten koca Urfa'da bir tane ortaokul var. Sabah liseliler, öğleden sonra ortaokullular ders görüyor. Orta 1. sınıfta, hem birden bire ders çeşitlerinin artması, hem her derse farklı öğretmenlerin girmesi dolayısıyla uyum sağlayamadım ve sınıfta kaldım. Bunda tabii demin bahsettiğim 5. sınıfta yaşadığım o travmanın da etkisi oldu.

M. Sarmış: Babanızın, annenizin tavrı nasıl oldu?
F. Kürkçüoğlu: Çok kötü. Babam "Karnenizi aldığınız gibi dükkâna getirin." derdi. Karnemiz zayıf olunca hazırlıklı gidiyoruz tabii. Dayak faslı var. Benim bir küçüğüm Mustafa Kemal çok zekiydi, çok çalışkandı. Hatta bu yüzden ona çok kızardık. Kötü örnek oluyor diye. Dükkâna gideriz; babam önce Mustafa'nın karnesini eline alır. O zaman sanıyorum notlar 10 üzerinden verilirdi. "Afferim ulan!" der. Kendisine ödül olarak bir 25 kuruş verir. Sonra sıra bize gelince tezgâhın önünden kalkar, kulağımızı çeker, arkasından birkaç tokat… "Bakın Mustafa'nın karnesine… Hepsi 8, 9, 10, 8, 9, 10, 8, 9, 10…" Hiç aklımdan çıkmıyor. Orta 2'de çalıştım tabii, ama bu sefer de "Tabiat Bilgisi" dersinden ikmale kaldım. Öğretmenimiz Muhsin Ergin. Gece gündüz evlerindeyim. Hanımın da amcasıdır. Kader işte! Beni de çok seviyor. Oğlu Nihat sınıf arkadaşım. Onunla beraber evlerinde çalışıyoruz. Güveniyorum. Babamın da dostu. Fakat bir baktım zayıf vermiş. Mecburen yine dükkâna gittim. Korka korka karnemi gösterdim. Babam bir baktı "Tabiat Bilgisi 2, zayıf..." Yine kalktı, kulağımı çekti. "Demek tebaati eyi degil ha! (Yani ahlakın, terbiyen, huyun) Mektepte kim bilir neler yapisan? Tiffiy!" Çok zoruna gitmiş. Fakat ben sebebini bir türlü anlamıyorum. Dükkânın önünde oturdum. Ağlıyorum. Biraz sonra "Düş önüme." dedi. Haydi çarşıya… Eve bir şeyler alacağız. Her zaman geçtiğimiz yer, Kunduracılar Pazarı… Hamut Görgün var, babamın arkadaşı. Onun önünden hızla geçmişiz. "Hallah! hallah!" demiş, "Bekir Usta niçin bele selamsız sebehsiz geçti?" Arkamızdan kalfasını salmış. "Bekir Usta! Bekir Usta! Ustam çağıri." Döndük. "Her mi Bekir? Bele selamsız sebehsiz geçti?" Sonra bana baktı. "Bı çocuğa ne olmış? Yüzü gözi ne hâla gelmiş bele?" Babam "Ya! Sen bilmisen." dedi. "Tebaati zayıf." Mahmut Usta "Vay, vay, vay!" dedi. "Hâlbıki Fuat'ın tebaati çok eyyidir." Benim jetonum o zaman düştü. "Bunlar yanlış anladı." dedim. Tebaat, ahlak, huy demek, bilirsiniz. Benim ahlakı bozuk, yaramaz bir çocuk olduğumu zannetmişler. Yine de onlara bir şey diyemedim. Eve gidince durumu anneme anlattım. O da babama anlatmış, "Sen bu çocuğu boşuna dövmüşsün." filan… Babam akşam yemeğinde cüzdanını çıkarıp önüme bir 25 kuruş attı; özür mahiyetinde. Böyle de bir anım var.

M. Sarmış: O zaman babaların çoğu böyle olduğu için, çocuklar o an için kızsalar da, çok büyütmüyorlar. Babadır döver diyorlar. Öğretmen için de öyle. Çocuklar şimdiki gibi çok abartmıyorlar, akıllarına kötü kötü şeyler getirmiyorlar.
F. Kürkçüoğlu: Öyle…