Bir şehrin iki ucu var galiba. İki ucu var, iki kapısı. Doğu ve Batı. Siyah ve beyaz, gece ve gündüz gibi bir şey bu. Karanlık ve aydınlık gibi bir şey. Yalan ve gerçek, rüya ve kabus gibi bir şey. Sonsuza açılan bir yön var bir uçta, diğer uçta daralan, dibe çeken, hızla biten bir şey.
Bir tarafta kentin soğuk ve sevimsiz yüzü, beton binalar, arabalar, göz kamaştıran ışıklar, görmemişlik, israf, şatafat, hırs, tamahkarlık, mutsuzluk ve bencillik boy gösterirken alabildiğine; diğer tarafta şehrin sıcaklığı, sükûneti, tarihi dokusu, kadim kültürü, taş binalar, tarihi çarşılar, bakırcılar, halıcılar, neşe ve sevinç, tevekkül ve kanaat.
Ben her gün doğu ucuna doğru yürümeyi vazife bilirim kendime. Şehre doğru yürürüm, çarşıya, çarşının o tuhaf coşkusuna, kalabalığına, kadim geçmişine doğru yürürüm. Oraya doğru gittikçe kendi tarihime gittiğimi duyarım içimde. Her adım başı başka alemlere açılır sanki önümde tarih kokan yer ve gök. O sokaklar, o dükkanlar, o camiler, o minareler bambaşka sayfalara açılır. Yeni yeni kapılar açılır önüm sıra. Yeniden keşfe çıkarım sanki hayat denilen o muammayı. Yeni baştan keşfeder sanki beni dünya.
Öbür uçtaki, kentin yeni yakasındaki camiler bile cezbetmez beni ne hikmetse. Hep bir ruhsuzluk, hep bir maneviyat yoksunluğu duyarım oralarda. Devasa büyüklükleri, pahalı avizeleri, bilmem ne kadarlık halıları, mermerleri, çinileri duvarlarımdan öteye geçemez benim. Ben bir ruh ararım. Bir samimiyet, bir huşu, kendimi bıraktığım bir sükûnet ararım.
Duvarlar bile bana bir şeyler anlatır orada. İşlemeli minareler, sütunlar bir şeyler anlatır bana. Köşede oturan, beli bükük, alnı kırış kırış, beyaz sakallı ihtiyar lisan-ı hal ile bana bir şeyler anlatır. Dilinden dökülen dualar gelir kalbime çöreklenir, beni sahilsiz, kıyısız denizlere bırakır. Beni uçsuz bucaksız göklere, bembeyaz kuşlara, rengarenk kelebeklere bırakır.
Çarşıya doğru yürüyünce çocukluğuma giderim sanki. Kendime. Kendi şehrime. Kadim geçmişime. Yani kalbime. Yani bir nevi ademe giderim. Masumiyetime. Dalga dalga akan ezanlar çocukluğuma bırakır çünkü beni. Anılarıma. Ben şehrimi özlerim, yani kendimi. Kalbimi yani.
Ne zaman bir başka şehre gitsem, o şehrin çarşısına doğru çeker beni adımlarım. Tarihine doğru uzanırım boylu boyunca. Doğuya doğru döner yüzüm. Güneşe doğru yürürüm. Çarşılarında, camilerinde, taş sokaklarında kaybolmak, unutulmak isterim sadece. Oralarda yitirmek isterim kendimi. Oralarda kendimi bulmak yeniden. Oralarda şehrin ruhunu bulmak, şehrin çocukluğunu, şehrin saflığını bulmak yeniden.
Ben her gün yürürüm kalbine kalbine şehrin. Bıkmadan ve usanmadan. Yürüdükçe kaybolduğunu görürüm kendimle kendi ruhum arasındaki mesafelerin. Yürüdükçe şehrin merkezine, bir yolun içime doğru açıldığını görürüm. Şehir benim, şehrin kalbi ben. Doğu benim aslında Batı ben. Nereyi imar edersem, ihya olacak olan yine ben.