İbrahim Halil ÇELİK
Şanlıurfa Belediye Eski Başkanı ve Milletvekili
BENİM GÖZÜMDE: MEHMET RECAİ KUTAN AĞABEY
Rahmetli; fikri ile zikri bir, nefsine değil, çevresine faydalı olan adam gibi adamdı. O, hayatının her demini insanlığa yararlı işlerle geçiren Mehmet Recai Kutan ağabeyim idi.
Bugün O’da her fani gibi emr-i Hakka uyarak ahirete göçtü. Yolunuz açık olsun. Sizi efendiliğinizle, çalışkanlığınızla ve de dürüstlüğünüzle bu millet asla unutmayacaktır. Bu dünyada hangi görüşte, hangi düşüncede ve hangi meşrepte olursa olsun herkesin Recai Kutan’ın ismi geçince eyvallahı vardır. O, Milli Görüş camiasının göz bebeği ve İslam aleminde de ona çok dua edenlerin vardır. Muhterem ağabeyim; öte alemde Allah cemaliyle sizi şad ve handan eylesin. Bizden önden gidenlerin tümüne selam olsun. Yüce Rabbim mekanınızı cennet bahçelerinden bir bahçe eylesin.
Mehmet Recai Kutan ağabeyim hayata iken bizzat kendilerinin okuyarak, onayını aldığım bu yazımı; bugün vefatıyla O’na dualara vesile olması dileğiyle yayımlıyorum. Demek bugüne nasip olacakmış O’nu hayırla anıp, iyilikle yad etmeye!..
İşte o yazı:
O, 1952 yılında İstanbul Teknik Üniversitesinin İnşaat Bölümünden mezun olunca önce doğduğu İl Malatya’da, DSİ 92. şubede mühendis olarak göreve başlar. Sonra da Diyarbakır’a, Devlet Su İşleri 10. Bölge Müdürü olarak atanır. O günden beri; adı Anadolu’da: ‘’Suyu Arayan ve Suya Gem Vuran Adam!‘’ olarak kayıtlara geçen, şimdi de doksan üç yıllık ömrüyle, bedenen bir avuç kalmış ama; hala beyni saat gibi çalışan, bir de söz; ‘su ve barajlardan‘ olunca bugün bile göreve yeni atanmış bir delikanlı gibi heyecan duyan, ender insanlardan biridir Mehmet Recai Kutan ağabey.
Diyarbakır’da inançlı, idealist, gayretli genç mühendisler: Fehim Adak, Korkut Özal, Ömer Naim Barın, Mehmet Helvacı, İsmet Ağan ve Abdurrahman Ünsal onun vazgeçilmez mesai arkadaşlarıdır. Bu idealist, inançlı genç mühendislerin hedefi: Güneydoğu Anadolu’nun makus talihini yenmek: ‘’Su Medeniyeti‘‘ni yeniden ihya etmek ve Fırat ile Dicle nehirleri üzerinde barajlar inşa etmeye ant içip, hayatlarını bu uğurda feda edecek kadar gözü perk insanlardı.
Yukarı Mezopotamya’nın verimli Hilali’ni yeniden ihya etmek; bölgeyi stratejik tarım ambarı yapmak, bölgenin elektrik ihtiyacını karşılamak onların başlıca hedefleri arasındaydı. Bu münevver mana erleri, gönüllerindeki: ‘’Yarınki Türkiye’leri’’ için yeni, yepyeni bir hareketin öncülleri olacaklardı ileride. Günü gelince ‘’Dava‘’ya lokomotif olacak birinin etrafında hâlelenip ‘’Yeniden Anadolu Medeniyeti’’nin ihya ateşini harlatacaklardı. Ellerindeki o sönmez ilim ve irfan meşaleleriyle bu karanlık günleri, aydınlık günlere çevireceklerdi. Onlar hiç vakit geçirmeden kolları sıvamış ve Diyarbakır’da işe girişmişlerdi. Hummalı bir çalışma içinde idiler onlara tahsis edilen o daracık mekanlarda. Arılar gibi çalışıyor, bölgenin gemlenecek baraj yerlerini, haritalar üzerinde işaretliyor ve de katır sırtlarında bizzat sahaya inerek o yerlere kazıklar çakıyorlardı.
İlmin ışığı, mazide Doğudan Batıyı aydınlatmıştı. Orta Çağda karanlıklar içinde hurafelerle boğuşan Batıyı, “Kayıp Medeniyetimizin“ aydınlık yüzleri; mana erleri asırlarca aydınlatmıştı. Bir zamanlar Endülüs Medeniyeti; Avrupa’ya ışık saçan bir kaynak olmuş ve Batı alemi de bununla Rönesansını yapmıştı. Bunu da ilmin namusunu taşıyan batlı alimleri de inkar etmezler.
Bugün ise, hayatın çarkı tersine işliyor. Teknoloji ve müsbet ilimin meşalesi Batılıların elinde parlıyor. Bu kez de Batı, Doğuyu aydınlatıyor. Bunu yenmek için yıllarca ilme susamış yürekler: O, “Kayıp Medeniyetimizin‘’ mirasına kavuşma aşkıyla yanıp tutuşmuşlardı. Artık madde de ve manada yetişen bu idealist gençlerin elinde ilim meşalesi yeniden Doğu’dan Batının aydınlatıcısı olacaktı. O günler de uzakta değildi. Ati parlak olacaktı.
Gaye İnsan, Ufuk Peygamber, Yüce Nebi’nin: “İlim, müminin yitik malıdır nerede bulursa alır.” düsturunu hayatlarının nirengi noktasına koymuş ve ona yürekten inanmış enerjik bir kadro geliyordu.
Yıllar sonra Anadolu’nun verimli topraklarında filiz veren bu kökler; İstanbul Teknik Üniversitesi ve diğer ilim yuvalarından mezun olmuşlardı. Mezopotamyanın verimli topraklarında, Dicle Nehrinin kıyısında kurulan tarihi kadim kent Diyarbakır (Amed)de ve Anadolunun diğer illerinde görev yapan bu beyinler bizlere umut vaat ediyorlardı. Bir kutsal gaye uğruna , kafa kafaya veren bu inançlı idealist kadrolar, büyük işlere ileride imza atacaklardı. Anadolu’da: “Çay bile demlenmeden bardaklara dökülmez ve de gönülleri de şad etmez.” derlerdi eskiden. Şimdi o gençler; demlenmiş güzel Rize çaylarını, ince belli Paşabahçe bardaklarında Diyarbakır’ın Evsel Bahçelerinde keyifle yudumluyor, istikbale dönük hayallerini hayata geçirmek için birlikte çalışıyor ve durmadan istişareler yapıyorlardı.
Yeniden: ‘’Yarınki Türkiye‘’nin dirilişi ve uyanışı için beyin patlatılıyorlardı. Yıllarca önleri kesilen ,fikirleri yok sayılan, hatta bir adım öne çıkanlarını hemen tedip için kodeslere tıkayanlar; artık gördüler ki, bu insanlar bulundukları yerleri medreselere çeviriyorlardı. Ve kodeslerden çıkıncada daha da bilevleniyor birer ilmin kahramanı kesiliyorlardı. Ülkede yıllarca seküler eğitim sistemi rekabetçi bir gençlik yetiştirememişti. Tek tip insan yetiştiren bir maarif sistemi vardı ülkemizde. Bu sistemin imalat hataları mühendisler, sosyal bölümlerden mezun olan yiğitler de Agora meydanlarını doldurmuşlardı. Bu idealist ve inançlı gençliğin öncüleri her makam ve mevkilerde boy göstermeye başlamışlardı. Onlardan öğretmen, akademisyen, doktor, mühendis , hukukçu, edip, şair, imam, iş veren, işçi ve sanayiciler yetişmişti. Bu inançlı ve idealist damarlar her tarafta varlık gösteriyorlardı artık. Öbek öbek bu nüveler gittikleri Anadolu’nun her tarafını gülistana çeviriyorlardı. Tek tek ağaçlar birleşerek birer orman oluşturmaya çalışıyorlardı. Bu fikir ormanları gittikçe gümrahlaşacaktı.
Sistem de artık onları adam yerine koymuş, fikirlerini dişlerini sıkarak dinlemekteydi. Ülke de sol ve sağ materyalist gençliğin yanında; bir de mukadessatçı ve maneviyatçı bir gençlikte yetişmişti .
Yurdun kararan fikri, imani ve siyasi ufuklarını yeniden aydınlığa kavuşturmaya çalışan bu yiğit mana erlerinin her biri kendi mecralarında büyük gayretler içindeydiler.
Anadolu’nun yalçın dağları kadar başı dik, gönlü hürriyet aşkıyla tutuşan, dili hakkı zikreden, kalemi nurlar saçan, şarkın kartal bakışlısı, yıllarını sürgünlerde, Anadolu’nun çeşitli mahpushanelerinde çile çekerek geçiren, zehirlenen, bulunduğu mahpushaneleri Medrese- i Yusufiye’lere çeviren Bediüzzaman Said Nursi idi. O’nun Risale i Nur Külliyatı yeniden insanların imanlarını ihya için Anadolu’nun her tarafında çilekeş dava erleri şakirtleriyle yayılıyordu . O’nun yurdun dört bucağını karış karış adımlayan karınca misali yiğit talebeleri vardı.
Süleyman Hilmi Tunahan da Kur’an ı Kerimi yüzünden okuyanların çoğalması için yıllardır yasaklanmış bu İlahî Kelâmı, yeniden genç dimağlarına nakşetmek için onlarda yurdun dört bucağını harıl harıl, karış karış tarıyorlardı.
Anadolu Coğrafyasında Necip Fazıl Kısakürek ise, Büyük Doğu fikriyatını gerek yayımladığı Büyük Doğu dergisiyle ve gerekse Anadolu’nun her şehrinde verdiği konferanslarla o da davasını gönüllere ve beyinlere nakış nakış işliyordu. Üstad Necip Fazıl bir hitabet virtüözü idi. Gönülleri feth etmeye devam ediyordu o şahane konferanslarıyla. Anadolu gençliği Sakarya gibi çağlıyordu.Anadolu ayakta idi.
Anadolunun karanlık ufuklarını mânen yırtmak için yiğit mâna erlerinden Abdülaziz Bekkine ise, maneviyat çadırını Zeyrek’te, İstanbul’un göbeğinde açmıştı . Bulunduğu mekanı birer maneviyat sofrasına çeviriyordu . Üst düzey bürokratlar, üniversite hocaları ve öğrencileri onunla hemhal olmaları işin rengini değiştiriyordu. Bir maneviyat şelalesi gürül gürül akıyordu İstanbul’un içinde. Diğer mana erlerinden Abdülhakim Arvasî de Eyyüb Sultan camiinde gönüllerin fethine çıkmış , gönül erlerinin gönül deryasında kulaç atanlarına ve onların gönüllerini irşadına başlamışlardı .
Fatih’te, İskender Paşa Camiinde; Mehmet Zahit Kotku’ nun sözü ve sohbeti o münevver insanlar ve üniversite gençlerine bir cazibe merkezi olmuştu. Onun güzel vaaz ve nasihatlarını dinlemek için camiiye gelen taze beyinlere birer ışık ve nura hasret o yüreklerine parıldayan ilmi şule’lerle verdiği o gönül dersleri; derse gelenlerin gönüllerini cilalıyordu. İskender Paşa Camiine gelen daha çok Mühendis ağırlıklı gençlerdi. O ders halkası gün geçtikçe genişliyordu. Oradan manevi icazetlerini alanlar Anadolu da gittikleri yerleri gülistana çeviriyorlardı. Oraya devam eden bu öğrencilerin içinde yarının birer siyaset önderleri çıkacak ve yarınki Türkiyenin siyaset sahnelerinde rol alacaklardı. Anadolunun manevi mimarları; akıl ile gönülü, ilim ile imanı birleştirince yurdun üstüne çöken kabus yok olacaktı.
İsmailağa cenahı da Mahmut Ustaosmanoğlu’nun etrafında halelenmiştiler Fatih/ Çarşamba civarında. Onlar daha çok kız öğrenciler üzerinde duruyorlardı. Çalışmalarını daha çok kızlara tahsis etmişlerdi. “Aileyi elde eden, toplumu elde eder“ İlkesini benimsemişlerdi. Kur’an’ı Hafız etmek onlarda öncelikli idi. Hafız-ı Kur’an olmak bile Kur’an’ın bir mucizesi değil mıdır?
Yine; Mahmut Sami Ramazanoğlu da sesiz sedasız, derinden Erenköy, Göztepe’de icrayı faaliyette idi. O daha çok varlıklı zengin insanlar ve iş adamları üzerinde duruyordu. O da ilmik ilmik örüyordu o gençlerin gönül tellerini ve de buna teşne olan beyinlerinin kıvrımlarını. Tasavvuf ekolünün önde gelen manevi erleri hararetle çalışıyorlardı tüm yurtta. O, Manevi mimarlar dünden kalan birer ekol gibi idiler. Ben ; Üniversitede öğrenciyken; İstanbul Özel Erenköy İlkokulunda öğretmenlik yaptım dönemimde bunlara bizzat şahid oldum.
Anadolu’nun diğer bölgeleri ve Doğu/ Güneydoğusundaki feyiz menbaları da ağuşlarını açmışlardı Anadolu’nun ilme ve imana susamış gençlerine.
Nurettin Topçu da; Hareket Dergisinde Anadoluculuk fikriyatını , ilme susamış Anadolu gençliğine sunarak yol alıyordu.
Anadolu’nun her yerinde kendi imkanlarıyla gelişen diğer fikri ve irfani hareketler de kendi köklerini sağlamlaştırmak için emin adımlarla ilerliyorlardı Anadolu topraklarında. Yurdun karanlık günleri artık aydınlanacaktı.
Sezai Karakoç da: Mana Medeniyetimizin yılmaz savaşçısı, mütefekkiri, metafizik şiirimizin usta şairi ve de Doğunun Yedinci Oğlu olarak tek başına yayınladığı Diriliş Dergisiyle , Diriliş Neslinin Mimarı o da ufkumuzu aydınlatan yüce kandillerdendi.
Kadim Anadolu’da: Moğollar’dan bu yana gelenek ve göreneklerimizle; imani kültürümüze yapılmış en büyük tahribata karşı kendilerini yeniden inşa etmeye çalışıyorlardı .
Emperyalistlerin insanları köleleştirilmesi ve ülkelerinin işgali, yapılan iki dünya savaşları tam bir facia, trajedi ve katliamdı. Ancak; insan beyininin sömürgeleştirilmesi bundan da daha büyük bir katliamdır bence. Bir “Kültürel jenosit“ uygulanmıştı sinsi ve canice ülkemizde. Bir gecede medeniyetimizle bağlarımız kesilmiş ve o gece de alim yatıp , sabahleyin de cahil kalkmıştık tüm milletçe yataklarımızdan. Bu “Kültürel Jenosit“; ne Rusya Moskova’sında, ne de Çin’nin Pekin’in de olmuştu. Maalesef bu bir gecede ülkemizin Ankara’sında olmuştu! Üstelik alem -i İslamın hamisi ve Kurtuluş Savaşını veren ülkemizde olmuştu bu! Ne acı değil mi? Ne acı!..
İnsanlar düştükleri yerden kalkar fehvasınca: Anadolu’nun Manevi Mimarları, edipleri, şairleri, siyasileri bu ’Kültürel Jenosite‘ karşı toplu bir fikri kıyam içinde idiler. Artık karakış geçmiş, ilkbaharın yelleri esiyordu ülkedemizin berrak semalarında. Sam yelinden kuruyan ekin tarlalarımız, yağan rahmet yağmurlarıyla yeniden yeşeriyordu. Nadasa bırakılan tarlalar misali ekinler daha da gümrah yeşeriyordu yeniden. Artık rüyalarımıza prangalar vurulamayacaktı bu devrim yobazlarınca.
Yeni yetişen Matematik ve ilme gönül vermiş dehalarımızın geliştirdikleri ufuk çizgileri, gelecek tasavvurları; manevi cilalarla terbiliyeledikleri kalpleri yeniden; o eskimez kültür ve irfanımızın pırlatalarını, ilmin ışığını Anadolu insanımıza sunacaklardı. Bu gönüllerin manevi mimarları Bediüzzaman Said Nursi, Abdülaziz Bekkine, Abdülhakim Arvasi, Mehmet Zahit Kotku ve Sami Ramazanoğlu, Mahmut Ustaosmanoğlu, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç ve şarkın diğer isimsiz alimleri “Gönül Medeniyetimizi“ yeniden ihya edeceklerdi. Bu gönülleri maneviyat cilasıyla cilalanmış ve diri zihinli mana erlerince.
Siyaset sahnesinde beklenen o hür ve gür sesler de yankılanacaktı Anadolu’nun semalarında. Milli Görüşün lideri artık bekleniyordu ilim ve irfan aşığı gençlerce. Siyaset sahnesine önce henüz İstanbul Teknik Üniversitesinde öğrenciyken bile Üniversiteli arkadaşlarının derslerilerine hoca olarak giren ve tek başına ‘’Yarım Dünya“ diye anılan Necmettin Erbakan’ı bekliyorlardı. İlim ile iman kılıcını kuşanan Profesör Dr. Necmettin Erbakan’nın siyaset sahnesinde gür sesi Anadoluyu titretecekti bundan kelli.
Prof. Dr. Necmettin Erbakan da siyaset fişeğini bağımsızlar hareketiyle 1969 yılın da Konya’da ateşlemişti. Necmettin Erbakan, Milli Görüş hareketinin altyapısını sabır ve çile ile dokuyor ve onu eyleme dönüştürmek için zaman ve zemini kolluyordu.
Necmettin Erbakan, Adalet Partisinden Milletvekili adayı olmayı denedi. Onu Adalet Partisin de aday yapmadılar. Onu almadılar bu siyasi hareketlerinin içine . Hatta Odalar ve Borsalar Birliği Başkanlığını seçimle kazandığı halde onu polis zoruyla o görevinden yaka paça almışlardı o günün siyasilerince.
Süleyman Demirel, Necmeddin Erbakan’ı iyi tanıdığı için: ”O’nun girdiği her yeri kendi rengine dönüştüreceğini“ bildiğinden; Necmeddin Erbakan’dan korkuyor ve siyaset kapısını ona açmak istemiyordu. Necmettin Erbakan da siyasete bağımsız olarak Konya’dan aday olmuştu. Ve üç milletvekili çıkaracak kadar oy alarak meclise girmeyi başarmıştı .
Necmettin Erbakan ve üç arkadaşı : Süleyman Arif Emre, Hüseyin Abbas ve Hüsamettin Akmumcu ile kendi fikri yapısını ; ilim , fikir, edip ve irfan sahipleriyle istişareler yaparak günlerce sabahlara kadar uyumamışlardı. Bu istişareler sonucunda Milli Nizamı Partisini kurdular önce. Bu hareket; suya hasret insanların iştiyakıyla Anadolu’nun her tarafında kısa zamanda neşv ü nüma buldu. Yıllardır gasp edilmiş haklarını, karartılmış hedeflerini , heder edilmiş geçmişlerini , soyulmuş ve kapılarına prangalar vurulmuş mabetlerini , insani ve İslami haklarını; yeniden elde etmek için mücadele ediyorlardı. Anadolu’nun asıl sahiblerinin gasp edilmiş haklarını; onun asli sahibine iade edeceklerdi bu siyasi hareketleriyle. İşte bu siyasi kadronun fikri çekirdeğini Diyarbakır’ın o bereketli topraklarında o kıymetli gençlik yıllarını halka hizmetle geçirmiş, toprağa hayat verecek su ile haşır neşir olmuş bu yiğitlerle kuvvetlenecekti Milli Görüş hareketi. Necmettin Erbakan Hocanın açtığı çığır, gün geçtikçe insanların gönüllerinde neşv ü nema buluyor ve Anadolu topraklarında büyüyen koca bir çınara dönüşüyordu .
Mehmet Recai Kutan’ın kader arkadaşları Fehim Adak, Abdurahman Ünsal, Ömer Naim Barın, Korkut Özal, İsmet Ağan ve Mehmet Helvacı günü gelince bu kutlu harekatın birer tohumu olacaklardı. Bu tohumlar Malatya’dan, Adıyaman’dan, Konya’dan, Urfa’dan, Mardin’den, Kars’tan, Diyarbakır’dan, İstanbul’dan ve de yurdun her tarafında toprağa düşen ilkler olacaklardı. Bu tohumlar fikrin ormanı olup; Anadolu siyasetinin temel kadrosunu oluşturacaklardı. Urfa’dan Mustafa Yazgan, Kilis’ten Bahri Zengin, Gaziantep’ten Kahraman Emmioğlu, Konya’dan Şener Battal, Kars’tan Abdülkerim Doğru, Malatya’dan Oğuzhan Asiltürk ve Mehmet Recai Kutan gibi mühendis ağırlıklı kadrolardı bunlar.
Necmettin Erbakan’ın siyaset çağrısına ses vererek ve onun bu davetine koşarak gelen bu kadrolar o mevsimi bekliyorlardı şimdiye dek. Kurak topraklarda Muhammedi Güller açacaktı yeniden bu hareketle. Nemrud’un ateşini gülistana çeviren İbrahimler gelecekti yeniden.
Bu mühendisler Diyarbakır’ın sosyal yapısından eğitimine, yollarından suyuna, kültürel yapısından, dini hayatına kadar her şeyine katkıda bulunuyorlardı. İlk kez tayın olmuş devlet memurları bu gencecik mühendisler; Diyarbakır’ın Ulu Camii avlusunda halkla birlikte Cuma namazını eda edeceklerdi. Diyarbakır için alışık olunmadık bir manzara idi bu . Çünkü Devlet memurları genelde asık süratli, gülmez ve camii yolunu bilmez kimseler olurlarda genelde. İşte dindar şehir Diyarbakır için bugün; bu hareket bir devrimdi. Bir inkılaptı. Seküler eğitimden nasıl olmuştu da böyle dindar bir damar çıkmıştı? Diyarbakır’ın dindar halkı; Ulu Camii avlusunda kendilerinden olan ve bu alınları secdeye değen insanlara hayran kalmışlardı. Onları kendilerinden saymışlardı. Onları bağırlarına basarak, onlara dörtelle sarılarak gönüllerini açmıştılar. Hatta Mehmet Recai Kutan o zaman Diyarbakırlılar nezdinde ‘’Hacı Recai‘ ‘olarak biliniyordu . Hacı Mehmet Recai Kutan olarak tanınıyordu halk arasında.
Diyarbakır İmam Hatip Lisesi’nin gayretli ve dirayetli Müdürü Ali Nar hoca , Mehmet Recai Kutan’dan; okulun boş geçen fen derslerine katkıda bulunmalarını ister. Mehmet Recai Kutan, Fehim Adak ve Abdurrahman Ünsal da memnuniyetle bu boş geçen derslere zevkle girmeyi kabul ederler. Onlar öğrendiklerini ve bildiklerini o genç dimağlara aktarmaya can atıyorlardı. Boş geçen bu derslere de girmeyi kendilerine bir görev saymışlardı o gün . Diyarbakır’ın talihli İmam - Hatip Okulu öğrencileri de bayram etmişlerdi .
Mehmet Recai Kutan: “Tam iki yıl öğretmenlik yaptım Diyarbakır İmam Hatip Okulunda. Hayatımda asla unutamadığım anılarımdan biri de bu öğretmenliğimdir.“ der iftihar ederek. Ve devamla Mehmet Recai Kutan: “Bugün bir çok yerde yürürken, yolda önüm kesilerek, elimi öpmeye çalışanlar işte o dönemin çalışkan Diyarbakırlı İmam Hatip Okulu öğrencileridir!” der. Öğretmenlik kutsal bir meslektir onun nezdinde. Mehmet Recai Kutan’nın babası da Malatya Gazi İlkokulun da senelerce müdürlük yapmış bir eğitimcidir. Mehmet Recai Kutan bir öğretmen çocuğu olarak öğrencilerinin bu kadirşinas hareketlerini zikr ederken şimdi bile hala mest olur geçer kendinden.
Urfalı olmam hesabıyla, şu olayı da beni her gördüğünde hararetli hararetli anlatır. Mehmet Recai Kutan ağabeyden her dinlediğimde bu hadiseyi ;ona yeniden keyiflenir ve haz alır, onu zevkle dinlerdim .
Mehmet Recai Kutan Ağabey: “Biz, 1954 yılında ilk temiz içme suyunu Urfa’nın Harran Ovasında Şuvat (Çolpan) köyünde çıkardık. Şuvat köylüleri bayram ettiler. Artezyen kuyularından fışkıran suyu görünce; süt emmek için beride süt bekleyen kuzuların sevinci gibi köylülerin o sevinmelerini asla unutmadım. Zılgıt sesleriyle sevinçleri yeri göğü inletiyordu suyu gördüklerinde” der ve bunu anlatınca da her zaman gözlerinin içi gülerdi onun. Bu olayı her Urfa’ya gelişlerinde anlatır dururdu bizlere. Onu dinleyen bizlerin de gözleri fal taşı gibi açılırdı. Harran’da suya hasret insanların bu hasretini gidermek ne demektir ben bilirim? Susuz Urfa’nın içme suyunu Belediye Başkanıyken getirdiğimde insanların o sevincini adla unutmadım. Bunu bilenler beri gelsin?
O, Anadolu’nun her akan çayından derelerine , ırmaklarından, tüm nehirlerinin önlerinde gölet ve barajlar yapmayı tahayyül eden bir genç mühendistir. O, Keban’ından , Atatürk Barajına ve hatta daha nice barajlara suya gerdanlık takan yiğit bir insandır Mehmet Recai Kutan.
O, Harran Ovasının, ‘Seraplar Ovası’ olduğu dem de, şerha şerha yarılan o toprağı, hiç üşenmeden ufacık adımlarıyla günlerce adımlayan ve orada yaşayan insanların o çatlayan dudaklarına su bulmak için sondaj makinalarının başında uzun yaz geceleri, sabahlara kadar uykusuz kalandır.
O, İstanbul Teknik Üniversitesine kayıt olmak için Malatya’dan 17 yaşında ayrılırken; denizi ömründe ilk kez görmüştür İstanbul’da. O, denizi görür görmez de aşık olmuştur ona. O, Anadolunun başıboş akan nehirlerine gem vurarak; onları denize çeviren bir adam olarak anılacaktır Anadolu’nunda her tarafında. O, uyurken bile uykusunda su ile ilgili rüyalar gören Mehmet Recai Kutan’dır. O, Harran ovasını karış karış, avucununiçi gibi bilen, Hazreti Adem’ den günümüze dek insanlığı doyuran bakir o verimli ovayı yeniden ihya için gecesini gündüzüne katan idealist mühendislerdendir Mehmet Recai Kutan.
Seneler sonra Urfa’nın, Harran’daki Şuvat (Çolpan) köyünde açılan ilk artezyen kuyusundan çıkan o temiz suyla ekilen nar ağaçlarının sulandığını görünce; o da sevinç gözyaşlarını köylülerle birlikte akıtan Mehmet Recai Kutan’dır.
Bugün Şuvat (Çolpan) köyünün nar bahçelerinde yetişen insan kafası kadar büyük çekirdeksiz narlarından yerken o köylüler; Recai Kutan ve arkadaşlarını sevgi ve saygıyla yad ettiklerine çok kez bizzat şahit olanlardanım. Rahmetli Dr. Münip Görgün de bu efsaneyi kayınpederinden saatlerce dinlediğini anlatır dururdu bizlere.
Şimdi ben de ilk etapta aklıma gelen Necmeddin Erbakan Hoca ile siyasete gözlerini açan ve hayatlarının sonuna kadar da ona bağlı kalan bu eskimez yenilerden, Urfa’nın Milli Görüşçü insanlarından bazılarını hayırla yad etmek için onları isim isim anacağım.
Bunlar:
Mehmet Altıngöz (Şevki Hafız), Sabri Tepe , Mehmet Gerger, Hacı Ahmet Altun, Hacı Hasan Çelik, Adil Saraç, Mahmut Karakaş, Mehmet Emin Karabulut, Mehmet Fahir Kayacan, Ömer Saatçı, Bakır Yavuz , Ahmet Apaydın, Mahmut Apaydın, Ahmet Bahçivan, Ali Bahçıvan, Hacı İsa Zeydi, İsmail Dağbaşı, Dede Osman, Molla Derviş Yazıcı Hoca, Molla Said Tekin Hoca, Muhammed Tokmak Arap Hoca, Molla Şeyh İzzetin Hoca, Hacı Mustafa İzol ağa, Hacı Muhammed Garip Ateş ağa, Üstad Yusuf Demirkol, Muhammed Emin Kılıç ağa, Keşküş Mahmut Çavuş, Kemal Kayacan, Hacı Remzi Küçük , Selim Görgün, Hacı Ali Güneri, Reşit Beğenilmiş, Hacı Hasan Kuşulay, Av. Abdülkadir Öncel, Sofi İbrahim Halil Yıldız, Ahmet Beden, Halil Beden, Hacı Bekir Görgün, Hacı Ali Yüksekyayla, Nuri Güneş, Kemal Küçükgergerli, Abdurrahman Canpolat, Müslüm Çiftçi, Yasin Güneş, İsmail Toprak, Hacı Halil Kırıkçı, Müslüm Tüysüz, Necati Tüysüz , Ali Kazaz, Hüsnü Küçük, Ömer Beğenilmiş, Mehmet Çini, Hayati Baziki, Salih Beşkardeş, Av. Salih Demir, Mehmet Cambaz, Abdülkadir Subaşı, Zülfikar İzol, Niyazi Yanmaz, Niyazi Dikme, Ahmed Uludağ, Ahmet Büyükdağ, Hüseyin Çelik, Ahmet Koyuncu, Mehmet Oymak, Halil Soran, Dr. Münip Görgün, Hacı Bekir Görgün, Mehmet Atilla Maraş, Hacı Ahmet Beğenilmiş, Dayım Muhammed Neger, Behzat Badıllı, Osman Badıllı , Müslüm Şaka , Mahmut Yakan , Hacı Salih Akar, Hacı Bahri Yakan , Vahit Karadağ, Yasin Koyuncu, Molla Mahmut Yakut Hoca, Molla Eyyüb Hoca , Ahmed Koyuncu, Mahmut Koyuncu, İlyas Badıllı, Hacı Veysi Balcı, Hamdi Balcı , Adil Ersöz, Mustafa Dişli, Zeki Öğretmen, Necmi Karadağ, Şükrü Karadağ, Emin Çelik, Hacı Hüseyin Coşkun, Ramazan Tatar, Emin Çiçek, Fethi Türkmen, Şeyh Müslüm Türkmen, Hacı Abdurahman Çelik, Mahmut Çakmak, Latif Gökçin, Mehmet Yeşilnacar, Seyyid Ahmet Kılıç, İzzettin Olgun, Hacı Ali Şenses, Mehmet Dartar, İsmail Sunay, Salih Badıllı, Hacı İbrahim Çelik, Nabi Sındıraç, Reşit Badıllı, Hafız Zeki Dayı , Salih Dayı, Mahmut Alagöz, Mehmet Okay, İbrahim Halil Erbil, Ahmet Küçük, Yaşar Hafız Şekerci, Azmi Akbıyık, Ahmet Akbıyık, Fethi Peltek, Mehmet Felhan, Ömer Felhan, İsmail Yavuz,Ahmet Felhan , İbrahim Hayatım, Hacı Ahmet Kulak, Faik Sarı, İsmail Yazmacı, Şevket Denek, Abdullah Küçük, Mevlüt Kartal, Celal Güler, Müslüm Şaka, Vahit Karadağ , İbrahim Güneş, Hüseyin K. Baykuş, Ahmet Öcal, Mehmet Gülsatar, Selim Gülsatar, Mahmut Şeker, Suruçlu Ömer Erdoğan ve Hamid Çelik, Halil Felhan, Adil Ersöz, Ömer Ersöz Hoca gibi daha nice insanlar.. Mehmet Recai Kutan’nın Şuvat’taki bu su meselesini anlatımlarına bencileyin zevkle şâhit olmuşlardır. Bu andıklarım isimlerden dünyasını değiştiren tüm dostlarıma da yüce Allah’tan rahmetler dilerim. Ruhları şad olsun.
Hala Urfa’da bir efsane mühendistir Mehmet Recai Kutan ağabeyim. Urfa’dan Suriye’ye giden Akçakale yolu üzerindeki Fişenge Yatılı Bölge Okulunun artezyen kuyularını da yine Mehmet Recai Kutan açmış ve çokta güzel sular fışkırmıştı o kuyulardan. Büyük su kulesi depolarını yaptırmış ve okulun hemen yanıbaşında da -çöl içinde bir vaha- görünümde ki, o çam ağaçlarının oluşturduğu Koruluk’ta yine onun eseridir. Burası Urfa’nın, Harran’ın ve Akçakale’nin mesire alanıdır. Her hafta sonları ve tatil günlerinde Urfa, Harran ve Akçakaleliler tarafından piknik alanı olarak kullanılmakta, mangallar yakılarak kebaplar pişirilmekte, peynirli helvalar yapılmakta ve yoğrulan çiğköfteler de afiyetle yenilmektedir.
Güneşin bağdaş kurduğu Harran Ovasında; uzaktan sanki deniz varmış gibi görünen o seraplı ova, bugün gerçekten barajının sulama kanalları sayesinde bir vahaya , bir yeşillik cennetine dönüşmüştür. O serap ovası, bugün cennet bahçelerinden bir bahçe olmuştur onların sayesinde. Toprak, su ile buluşunca Harran Ovası yeryüzü cennetine dönüşmüştür .
Şaire Halide Nusret Zorlutuna’nın yıllar önce yayınladığı “Yurdumun Dört Bucağı” isimli şiir kitabında: ‘Urfa Destanı‘ isimli şiirinde :
“ Taşları cevherdir takasım gelir
Otunu gül gibi kokasım gelir
Durup şen yüzüne bakasım gelir
Cana yakın cennet kadar bu Urfa ”
Dediği, şiirdeki bu imgeler, şimdi gerçek olmuştur Mehmet Recai Kutan ve arkadaşlarının sayelerinde. Su ile buluşan toprak; insanı ihya eder. Rabbim hey şeyi sudan yaratmıştır. Bugün: “Harran toprağına insan eksen biter!“ sözü boşuna değildir. Harran Ovası bugün bir ‘beyaz altın‘ ambarıdır. Pamuk kozaları insanın şavkını artırıyor Harran Ovasında. Yetişen buğday ile de bir ‘ altın başak’ ambarıdır Harran Ovası.
Hayatının en verimli yıllarını Fırat ile Dicle nehirleri arasında geçiren ve “Ömrünü Suya Adayan Adam” diye bilinen Mehmet Recai Kutan benim gözümde de bir dava adamı, bir fazilet numunesi ve siyasetin tutkalıdır. O, Anadolu’nun her yerinde inceleme ve araştırmalarda bulunan, yeraltı su haritalarını çıkaran ekiplerin başında 1952 yılından 1969 yılına kadar ömrünün; 17 yılını bu bereketli topraklar da hizmetle geçiren bir kahramandır.
Mehmet Recai Kutan, 17 yaşındayken ilk kez İstanbul’da denizi görmüş ve ömrünün 17 yılını da Güneydoğu Anadolu bölgesini denize çevirmeye adayarak; hizmetle geçirmiş, asırlık çınar gibi fedakar bir insandır. Mehmet Recai Kutan ve ekibinin emekleri sayesinde bugün bölgemiz baraj ve göletlerle adeta denize çevirilmiştir. Hele uçakla uçarken üstünden gökten bunu seyretmenin tadına varamaz insan. Çöl, vahaya dönüşmüştür bu sayede.
Mehmet Recai Kutan’nın Bakanlıkları, Siyasi Parti Genel Başkanlığı, ESAM Çalışmaları ve siyasetteki başarıları bu yazının konusu değildir. Bunun için müstakil yazılar yazmak gerekir. Bence bu da yetmez Mehmet Recai Kutan’ı anlamaya ve anlatmaya? Onun adına her cepheden tez olarak kitaplar yazılırsa belki onu anlamış oluruz. Bu da Üniversitelerimizin ve Akademisyenlerimizin görev alanıdır. Türk Siyaset sahnesinin bu ender, yekta insanı bir asırlık ömründe hala ESAM'da verimli çalışan, üreten, velut zatlarından biridir Mehmet Recai Kutan Ağabeyim .
Kısacası o; çok yönden araştırılması gereken bir siyasetçi, iyi bir aile babası ve de iyi bir teknokrattır. O , dostlarının dostu ve tam bir vefa abidesidir. O, müşfik bir devlet adamıdır. Konusunda en yetkin Mühendis insanlardan biridir. Mehmet Recai Kutan Ağabey; beyefendiliğin ve mütevaziliğin hulasasıdır benim gözümde.
Hep şunu der Mehmet Recai Kutan: “Unutmayın dünyayı ihtirası olanlar değil, iddiası olanlar şekillendirir. “İşte iddiası olan bu genç mühendisler; Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP)ın isimsiz kahramanlarıdır. Bugün O’nları minnet ve şükranla anıyoruz. İyi ki, varsınız?
Bu dünyada kendi ayaklarıyla yürüyen bir tevazu abidesini görmek isteyenler: “Mehmet Recai Kutan’a baksınlar!” yeter derim. Onu bir tevazu abidesi olarak göreceklerdir. O, bir ilim, irfan, ahlak ve fazilet abidesidir benim gözümde.
Onun hayatı bir efsanedir bizim nesil içinde. Uzun,sağlıklı ve bereketli ömürler dilerim Mehmet Recai Kutan Ağabeyime.
Daha nice güzel yıllar birlikte olmak dileklerimle. Bilmem hissiyatımı bu kırık, dökük kelimelerle ifade edebildim mi, siz aziz okurlarıma? Zira ben bu konuda pek mahir değilim de Benden bu kadar! Kusurlarım olduysa, af ola.
Temennim odur ki : Mehmet Recai Kutan Ağabey için daha güzel yazılar yazılır ve daha nice kitaplar basılır ! Vesselam.” demiştim bu uzun soluklu yazımda.
Ama Mehmet Recai ağabey, oğlu Murad’ın kızı , onun torunu gelin olurken yoktu salonda. Oysa bırakın torununu o, herkesin düğününe seve seve giden asırlık çınardı. Nasıl olurdu da bu mutlu gün de aramızda olmazdı? Bunda yolunda gitmeyen bir iş vardı. Gözlerimiz uzun zaman salonda onu aradı durdu. Dayanamayıp sorduğumuzda O’nu rahatsızlığından dolayı hastaneye yatırmışlardı. Bunu duyunca çok üzüldük. Masada Nedim Ilci, Hayrettin Dilekcan ve Kuddusi Yüksekdağ ile diğer arkadaşlarla hep onu konuştuk durduk şifalar dileyerek. Sabahleyin ilk iş olarakta O’nu yattığı Güven Hastahanesinde aziz dostum değerli kardeşim Kuddusi Yüksekdağ’la onu ziyarete gittik. Hastahanede Doktorlarla konuştuk. Onun yoğun bakımda olduğundan görmeye izin vermediler. Çok üzülmüştük Kuddusi Yüksekdağ ile birlikte . Ona dualar ederek boynu bükük ve hüzünle ayrılmıştık Güven Hastanesinden. O, Doksan dört yıllık tarihi zat; yatağa bağlı olarak tek başına yatıyordu hastanede odasında. Hey gidi günler hey! O konuştuğunda herkes zevkle onu dinlemek isterdi. Mükemmel bir Türkçe ile konuşurdu tane tane. Bugün o haya timsali, siyasetin beyefendisi, konuşmanın üstadı ve örnek aldığım ağabeyime duadan başka bir şey gelmiyordu ellimizden.
Dün gece oğlu sevgili kardeşim Murat Kutan’ı aradım. Recai ağabeyi sordum. “Babam stabil bir şekilde iyi olma müjdesini bekliyoruz! Dua ediniz abi!” dedi Murat üzüntülü bir sesle. Şifa bulup yeniden aramıza dönmesini beklerken biz, acı haber geldi Mehmet Recai Kutan ağabeyden. O vefat etti! Beklenen an geldi demek. Ne bir saat geri, ne de bir saat ileri! Tam vaktinde emr-i Hak tecelli etti. O’da gelene ruhunu teslim etti.
Rabbim rahmet eylesin. Mekanları cennet olsun. Önden gidenlerin tümüne selam olsun. Senin en yakın dostların bugün ruhlar aleminde bu gelişine çok sevineceklerdir.
Mücahit ve müvahit ağabeyimiz Mehmet Recai Kutan’ı da ölümsüzlük alemine uğurlacağız. Bu firâk yılında aziz dostlarımızdan öte aleme giden gidene. D. Mehmet Doğan, Mehmet Nuri Karaman ve daha dün de Ali Haydar Öztürk gittiler öte aleme. Ruhların şad olsun.
Başta kederli ailesine, acılı evlatlarına, Milli Görüş camiasına, onu seven siyaset ve fikir dünyasındaki tüm dostlarına; yüce Rabbimden sabırlar dilerim.
Sizi, Allah cemaliyle şad ve handan eylesin muhterem ağabeyim. Milletimizin başı sağ olsun.
İnna lilahi ve inna ileyhi raciün.