Yazın sanatı; fikirleri, sorumlulukları, inançları savunmak için kullanılan bir silahtır. Ancak bu silah öldürücü değil insanın kendisini yenilenmesine, düşüncelerine istikrar kazandırması ve yeni bir şekil bulmasına yardımcı olur. İşte bu nedenle yazın sanatının geniş kitlelere yayılması yazarın insanlığa hizmetidir.
Yılmaz Güney'in bir yazısında;'Portmanto kafalılar' deyimini kullanmıştı. Bir gezinti yaptım ve sizin için bulduklarımı paylaşmak için önce portmantonun etimolojisini buldum.
'Manto taşır' kelimesinin oluşumudur. Tabi yalnız manto değil aynı zamanda şapka, pardüso, palto asılacak yerdir. Ayni kelimenin eş anlamlısı veya ona çok yakın aynı görevi gören 'vestiyer' diye isimlendirdiğimiz de Fransızca… Ancak nedense bizim dilimize 'vestiyer' daha hoş geliyor. Aslında vestiyer elbise dolabı demektir.
Hani bir toplantıya gidersiniz, kapının girişinde bir portmanto ya da vestiyer bulunur. Buraya paltolarımızı, şapkalarımızı asar öyle içeri girmek gerekir. Gerçi şimdi o üst giyeceklerini vestiyere kimse bırakmıyor. 'Ne olur ne olmaz' çalınma korkusu içinde içeri götürür, oturduğu koltuk ya da sandalyenin üzerine indirir. Kimisi kucağında tutar.
Bizim meselemiz portmantoyu ya da vestiyeri bir kafa kabul edin. O kafalar, paltolar, pardüsolar, şapkalar gibi her renk, her çeşit çizgili fikirlerle dolar. Toplantı dağılınca ne konuşulan fikirler kafasında kalır, ne kendisi fikirlerinden medet umar. O tahta (vestiyer) fikirden ne anlar.
Sadece o geceden yenilenler, içilenler, salonun rengarenk ampulleri, duvar süsleri ve salonun ihtişamı kalır. İşte siz ne alaka deseniz de günümüzdeki toplantılar aynen böyle sürmektedir. Herkes beni toplantı da görsün, iler ki günler de olur, olmaz bir yer de bir sıkıntı olur, beni tanıma fırsatım doğmuş olur ve dolaysıyla beni hatırlasınlar. Onun için hiç kimse samimiyetini ortaya koymaz. Hatta karşıt fikirli değil, bir soru sorma cesaretini bile kendin de bulamazlar. Siyasi yelpazenin savrulmuşları neme lazımcılıkla kendilerini boyarlar!
Kafadan bahsetmişken bir de kafa çeşitlerini bir hatırlayalım. Öyle çok kafa çeşitleri var ki onlardan geçilmiyor. Malum öteden beri kafa çeşitleri…
Man kafa, çift kafa, uzun kafa, nato kafa, yassı kafa, mal kafa, mermer kafa, tahta kafa, boş kafa, et kafa, çatlak kafa, patlak kafa, ahmak kafa, dazlak kafa, kel kafa, kuru kafa gibi düşünürsek daha yazacağımız nice kafa çeşitleri vardır. Bunların her biri kime ve niçin söylendiğini biliyorsunuz.
Benim ifade etmek istediğim dinleyerek yeni fikirler deryasında gezinti yapmalarıdır. Yoksa kendi sabit fikrinde boğulup giderler. Bu tür kafalar aynı zamanda yeniliklerden hoşlanmazlar. Oysa 'deri değiştirmeyen yılan, kendini yenilemeyen insan ölmeye mahkûmdur.' Bunlar ölümüne kendilerini yenilemezler. Ne olduğunu bilmediği, körü körüne inandığı, başkalarından edindiği nice fikir için ölümüne savunuculuğunu yapanları görünce, aydınların kararmış beyinlere huzme düşürmek adına büyük görevleri olduğunu bilmelidirler.
Çünkü insanlarımız da fikir jimnastiği yapan yok. Sadece o gecenin sıcak ve nemalanma düşüncesi onları yetiyor. Sadece orada olması ve oraya kabul edilmenin hazzı ona yetiyor. Kulaktan dolma sözler onun teselli olmasına yetiyor. O sözlerin arkasına sığınır. O fikirlerin unutulması sonucu kendisi de eteği rüzgar da uçuşan bir kadının haline düşer.
Kendisi olmayanlar, hep başkalarının fikirlerini taşıyınca işte o vestiyer kafalı olur çıkar. Ya da diğer kafalardan biri olur. İşte bugünkü insanımız da televizyon kafalı olmuş. Kitap okumaz, gazete nedir bilmez, 'televizyon bizim neyimize yetmez ki' sözü insanı kahrediyor. Bir de orada burada oturur ahkam keser akıllım... Renkli dünyayı yaşamanın sunuları için de kaybolup giden gidene... Yalan ve hayal ülkelerinden teselli bulan bulana...
Yaşamın gerçeklerinden bihaber, günümüz şartlarında yaşanan sıkıntıları, ekonomik çıkmazı, toplumsal stresi görmezden gelinmesi insanlığın erdemlerinden yoksun kaldığımızın işaretidir. Hırsızlık, kapkaç, soygun ve talanların onların üzerinde hiç izi yoktur. Kendi koruyunca sanıyor ki herkes korunmuş oluyor. O nasıl bir kafa ki özgün görüşleri olmasın.
İşte burada bize bir görev düşüyor. Biz bunları görüyorsak bildiğimizi, düşündüğümüzü yazıyorsak toplumsal bir görevi üstlenmiş oluyoruz. Yazmak, duyurmak, paylaşmak, hatırlatmak, anlatmak… Bunu yapan yazar ve okuyucusu mutlu, insanca bir yaşamın özlemi içindedirler.
İnsanın fikre verdiği değer, yazarın paylaştıkları, özgürlüğün paylaşımıdır. Paylaştıkça fikirler özgürlüğün ifadesi olurlar.
Çünkü onlar gerçeğin kendisidir. Konuşuldukça, kafalar da soru işareti bırakılıyorsa, herkes kendi sorumluluğunu yerine getirmiş olur.