Paylaşımlarımda sık sık otobüsten söz ettiğim için bu soruyu daha önce de çok soran oldu.
Hemen söyleyeyim, arabam yok. Fakat araba alacak param olmadığı için değil, araba kullanmayı beceremediğim için. (Öyle çok param da yok, ama sebebi bu değil.)
Oldum olası bu işi sevmedim.
Eskiden, özel arabaların bu kadar çok olmadığı zamanlarda bile erkek çocuklarda şoförlük merakı çoktu.
Mesela çoğunun "bilye arabası" olurdu. Genellikle kendileri yapardı. Önde bir, arkada iki rulman (biz bilye derdik) üzerine birkaç tahta parçası ve yine tahtadan direksiyon monte edilirdi. Sahipleri beton, asfalt vb sert ve düzgün zeminlerde ya yokuş aşağı kendileri binip sürerdi veya düz yerlerde birileri arkadan ittirirdi.
Bir de "tel arabalar" vardı. Metal telden yapılırdı. Çok küçük olanlar için büyükleri yapardı. İki tekerlekli ve uzun saplı olurdu.
Daha büyük olanlar kendileri için çok daha gelişmişini yaparlardı. Kamyon, otobüs, otomobil şeklinde olanları vardı. Ana gövdesi kalın tellerden eğilip bükülerek yapılır, bağlantı noktaları ince ve kolay kıvrılan tellerle tutturulur, üzerş renk renk çeşit çeşit süslenirdi. Bunlara binilmez, uzun direksiyonları ile arkadan itilerek sürülürdü.
Hatırlıyorum da nasıl büyük bir beceriydi, nasıl büyük emeklerle yapılırdı. Her biri birer sanat eseriydi.
Benim ne "bilye arabam" ne "tel arabam" oldu. Merakım yoktu.
O yıllarda, kendi çevremde şahsi bisiklet sahibi olan kimseyi hatırlamıyorum. Ama meraklı çocuklar için bisiklet kiralama imkanı vardı. Bayram yerlerine de getirildi. Birçok çocuk harçlığını götürüp orada tüketirdi.
Ben hiç binmedim. O yüzden bisiklet kullanmayı da bilmem.
Gençlik yıllarımda motosiklet merakı başlamıştı. "Java" marka ağır, "Mobilet" marka hafif olanları yaygındı. Birkaç defa başkalarının ardına binmişliğim vardır ama bizzat hiç sürmedim.
O zamanlar atlar, özellikle eşekler günlük hayatımızın bir parçası idi. İş için kullanılırdı. At arabası bir ulaşım ve yük aracı idi. Ailecek pikniğe bile gidilirdi.
"Şam eşeği" denilen beyaz, iri ve çok güçlü olan eşekler özellikle yük taşımada kullanılırdı. Sürü halinde çalıştırılanlar vardı. İşi olanlar kiralardı. Özellikle yokuşlu yerlerde tercih edilirdi.
Normal diğer eşekler daha çoktu. "Eşek hamalı" denilenler, her zaman çarşıda pazarda kalabalığın içindeydi. Bir çeşit taksi görevi görürdü. Çarşıdan eşya alanlar yükler, hamala evini tarif eder, ücretini verir gönderirdi. Birçok eşek hamalı müşterilerinin evlerini ve aile üyelerini tanırdı. Aralarında bir çeşit ahbaplık oluştuğu için ailenin bir parçası olarak kabul edilirlerdi.
Bir de Karakoyun Deresi'nin etrafında, Kamberiye'nin doğusunda "Papor Yolu" ve ötesindeki boş tarlalarda başıboş dolaşan sahipsiz eşekler olurdu. Yaramaz çocuklar bu zavallı hayvanları yakalar, üzerine biner, bu arada hem otla besler, hem de bazıları acımasızca döverdi.
Ben hiç binmediğim gibi diğerlerinin bu tür hareketlerinden rahatsız olurdum. Hayvanlara çok acırdım.
Birkaç defa eşya ve unluk götürüp getirirken eşeğe binmişliğim vardır.
İyi bir atımın olmasının, o film ve masal kahramanları gibi binip uçarcasına koşturmanın hayallerini çok kurdum. Ama bugüne kadar bir kere bile ata binme imkanım olmadı.
Yine o zamanlar şehiriçi ulaşımda taksi yerine kullanılan faytonlar vardı. Önde bir sürücü, arkada önü açık, arkası ve üstü kapalı, ancak iki üç kişinin oturabileceği faytonların genellikle iki atı olurdu. Bedendibi'nin Köprübaşı'na yakın yerinde Karakoyun Deresi'nin üst kenarında dizilip müşteri beklerlerdi.
Genellikle yaşlı ve hasta kadınlar binerdi. Nenemle birlikte birkaç defa ben de binmiştim.
Sahiplerinin elinde kırbaçları olurdu, sürerken sık sık atlara vururlardı. Vuranlara kızar, atlara acırdım.
Taksiler ortaya çıkınca at arabaları da, eşek hamalları da faytonlar da hızla piyasadan çekildiler ve kaybolup gittiler.
Gelelim benim araba macerama.
Çok hevesli değildim. Hep bir kaza yapma ihtimali vardı kafamda. Özellikle de birilerine çarpma, ölümüne veya sakatlanmasına sebep olma ihtimali beni çok korkutuyordu.
Buna rağmen özel arabalar yaygınlaşıp da herkes bütçesine göre iyi kötü bir araba almaya başladığı zaman bir ara ben de niyetlendim. Hatta Urfa'ya yeni geldiğim 1990'ların ortalarında ikinci el bir Şahin aldım. Arkadaşlarla şoförlük alıştırmalarına da başladım. İyice öğrenince ehliyet de alacaktım.
Yine çok hevesli olmasam da her şey iyi gidiyordu.
Bir gün, o zamanki adı "Yirmi Dört Metre" olan Yunus Emre Caddesinde alıştırma yaparken, göbeği biraz geniş alınca, az kalsın çarpışmak üzere kaldığım bir arabanın sürücüsünün camın arkasından bağırıp küfrettiğini fark edince ip koptu. Arabadan indim. Arkadaş evin önüne çekti. O oldu. Vazgeçtim. Arabayı sattım.
Yıllar sonra bir kere daha heveslendim. Artık herkesin arabası var. Bizim çocuklar da haklı olarak istiyorlar. Çok önemli bir ihtiyaç. Acil durumlarda başkalarına muhtaç olmak zor. Bu sefer önce ehliyet aldım. Fakat araba işini ha bugün ha yarın diye diye sürekli erteledim.
Bir süre sonra da tamamen vazgeçtim.
Uzun zamandır gündemimde yok.
Kullanabilmeyi çok isterdim. Fakat olmayınca olmuyor. Benim eksikliğim.
Hele bazılarının kullanabildiğini görünce onlara gıpta ediyor, kendi kendime kızıyorum.
Çok şükür çocuklar benim gibi olmadı.
Lazım oldukça çocukların, damatların, arkadaşların arabalarına müracaat ediyorum. Hiç olmazsa taksi çağırıyoruz.
Fakat tabii her yere gidemiyorum.
Bazı taziyelere, düğünlere veya daha başka faaliyetlere bu yüzden katılamıyorum.
Dostlara mazeretimi bu vesileyle bildirmiş olayım.
Onun dışında otobüsle idare ediyorum.
Şikayetçi değilim. Bazı zor yanları var ama halkla iç içe olmak ve gözlem yapmak gibi güzel yanları da var.