İkinci dünya savaşının karanlık günlerinde Köstence'den yola çıkan Struma adlı bir gemi yüzlerce insana yaşanılabilir bir ülke bulmak için yola çıkar. Alman soykırımından kurtulmak ve yasaklanmış onca insani özelliği geri kazanmak için yol alır. Dalgaların kıyıya vuruşundan belliydi olacaklar. Gerçekte yıkık dökük olan gemi, gazetelerde daha farklı fotoğraflarla gösterilmiş. Hareket günü geminin halini gören insanlara ise daha iyi bir gemiye geçileceğine dair sözler söylenmiş. Söylenilen bu yalanlar Nazi baskısından kaçmaya çalışan insanlara yapılan katliamın ilk adımıydı. Sekiz yüze yakın insan ne tutulmayacak sözlere ne de deniz altında tabut olmaya giden Strumaya aldırış etmedi.
Struma, 12 Aralık 1941' de 4 bin Yahudi'nin Naziler tarafından katledilmesi sonrasında, ülkeden ayrılmak isteyen sekiz yüz insanı barış bayrağıyla dolu olan bir kıyıya götürmek için yola çıktı. Geminin hayvan taşımacılığında kullanıldığını insanlar daha sonra öğrendi. Gemi, İstanbul' a demir atması ile üçüncü arızasını geçirdi ve zorlukla geçen 9 haftalık bekleyiş de başlamış oldu. İstanbul'un son derece soğuk geçtiği söylenen 1942 kışında gemidekilerin salgın hastalık taşıdığı gerekçesiyle insanların haftalarca ahırdan bozma kamaralarda kalması, tarihe utanç verici bir durum olarak geçmiştir. Gemi Sarayburnu'ndan Karadeniz' e doğru çekilirken yolcular son bir umut olarak çarşaflara ''Yaşasın Türkiye kurtarın bizi.'' yazdığı, sloganlar atığı bazı kaynaklarda geçmektedir. Ancak Türkiye baskı altında kalmış olmasından dolayı yüzlerce masum insanı, sonu belli olan karanlık bir ölüme doğru gönderdi. Haftalar sonra motoru hala çalışmayan gemi Türkiye tarafından şile açıklarına gönderildi. Yahudilerle dolu olan gemi, 24 Şubat sabahı barışa karşı olan caniler tarafından büyük bir patlama sonucu 768 kişiye mezar oldu.
Struma'dan yaşanılabilir halde çıkan sadece iki kişi oldu. Yaşanılabilir diyorum çünkü gerilerinde yüzlerce insanı deniz altında bırakmışlardı.
Hayatta kalabilmek için mücadele etme gereksinimi bile duymamışlar. Umutları ve barışa olan güvenleri tükenmişti. İki can arkadaşı bir gün boyunca bir birini tokatlayarak donmamaya çalışmışlar fakat biri tutunup kurtuldukları tahta kirişi bırakıp suya düşünce umutları tükenen 16 yaşındaki David Stoliar, cebindeki çakıyla bileklerini kesmek istedi.
Parmakları donan Stoliar çakıyı açamadı ama ölmek üzereyken Türk kurtarma kayığı tarafından bulundu. Peki bir insan kurtulmuşken, tek bir insan bile olsa ben neden kara kara onun kurtulduğunu düşünüyorum, neden o kadar insan ölmüşken sadece biri kalmıştı geride?, kafamda dolanan bu soruları cevapsız bırakmayacaktım elbette. İsmail Aslan ne kadar gündelik bir isim değil mi, tıpkı şile kıyılarında balıkçı olan yaşlı bir adam ismi gibi. İsmail amca, bize hayatını kaybedenlerin denizden çıkarılıp defnedildiğini daha dün yaşamış gibi anlatıyor. Ve 2001 yılında Yusuf amcanın barakasına giden bir kadın ve yaşlı bir adam kafamı kurcalayan sorularıma cevap oluyor.. Evet, o yaşlı adam 16 yaşındaki David Stoliar… İsmail amcaya bir kitap yazmak istediğini, acı dolu anılarını, Struma'yı, deniz üstünde kaybettiği onca yol arkadaşını yazmak istediğini söylüyor. Ne acı değil mi ? Yıllar sonra yanında belki de sığınmak istediğin bir kadınla beraber umuda doğru yola çıkan fakat arkadaşlarına mezar olan gemiden bahsetmek. Ve kurtarıldığın anda şile kıyısında seni izleyen İsmail amca. Belki de bunun için Struma'dan tek bir kişi yaşanılabilir halde çıktı.
Yahudi olduğu gerekçesiyle öldürülen yüzlerce insanı tarihe yazmak ve arkadaşlarını barışa götürmek umuduyla yola çıkan Struma'yı görmek için . Struma, deniz altında yüzen tek mezar, 58 yıl sonra İstanbul boğazının altı mil kuzeyinde,70- 80 metre derinliğinde bulundu. baş tarafının belli belirsiz hüznü bir tarafa yatmış, öldürülen onca insanın cesedini omuzlarında taşır şekilde tarihe selam vermekte. Peki ya tarihe adı geçmeyen yüzlerce insan, saygı ve özlemle deniz kıyısında sevdiğini bekleyenler, gün sayanlar, haftalar, aylar boyu kıyı kenarında diz çöküp ağlayanlar ve kemanını elinden bırakmayan Magimialian Wagner..
Yüzlerce insan arasında yazıya geçirilen Nadia'nın hocası, arkadaşı, aşkı ve kocası. öldükten sonra küllerini şile kıyısına bırakan amca ve yıllar geçse de evlat acısını unutamayan yaralı Yahudi… tüm bunlar, tüm bu insanlar, Yahudi değil, Hristiyan değil, Müslüman değil, İNSAN sadece İNSAN ama geride kalan bir deniz dolusu kan.
Şimdi çok eski bir dostumu kaybetmişçesine hüzünlüyüm. Hiçbir kolektif kimlikle yan yana getiremediğim insanlara ve kategorilere sığmayan bambaşka bir dünyaya karşı duyduğum derin özlem. Bu aciz yazıdan sonra kaleme alınmışlardan çok anlatılamayanları anlama gururunu taşıyorum. Anlatılamayanları; şile kıyılarında ölü bedenleri bekleyen insanları diyorum.
Zülfü Livaneli'nin sözüne bende birkaç meçhul ve mahcup cümle ekleyerek bitirmek istiyorum yazımı;
Böyle bir dünyada yaşıyoruz işte. Bir tarafta yıllar geçse de kıyı kenarında sevdiğini bekleyen müteveffa ruhlar. Bir tarafta da iktidar tutkusuyla insanların hayatlarını karartan barbarlar. Bir tarafta vahşet, bir tarafta ahlaki ilkeler.